Âşık Samsa
Gözünü açtığında, Gregor Samsa’ya dönüştüğünü anladı. Yatakta sırtüstü uzanmış, odanın tavanına bakıyordu. Gözü odanın loşluğuna alışıncaya dek biraz zaman geçmesi gerekti. Görebildiği kadarıyla bu, her yerde bulunabilecek türden, sıradan bir tavandı. Yeni boyandığında beyaz ya da açık krem renginde olmalıydı. Ancak zamanla toz ve kirden, artık bozulmaya yüz tutmuş sütü andıran bir renk almıştı. Üzerinde bir süs olmadığı gibi, “İşte bu!” denecek karakteristik bir özelliği de yoktu. Ne bir şeye vurgu yapıyordu, ne de bir mesajı vardı. Bir tavan olarak yapısal görevini yerine getirmenin ötesinde bir iddiası yoktu. Odanın bir yanındaki duvarda (onun solunda) yüksek bir pencere Ö vardı, ancak bu pencere içeriden kapatılmıştı. Önceden orada bulunan perde çıkarılmış, çerçeve üzerine boydan boya kalın tahtalar çakılmıştı. Tahtalar arasında –bilinçli olarak mı böyle yapılmıştı, belli değildi– birkaç santimetrelik aralıklar yer alıyor, bu aralıklardan sabah güneşi odanın içine sızıp, yerde parlak, birbirine koşut çizgiler oluşturuyordu. Pencere neden böyle sımsıkı kapatılmıştı, bilmiyordu. Bu odaya birinin girmesini önlemek için mi? Ya da buradan birisinin çıkmasına engel olmak için mi (bu birisi acaba kendisi miydi)? Yoksa büyük bir fırtına ya da kasırga mı yaklaşıyordu? Hâlâ sırtüstü yatar vaziyette başını hareket ettirerek odayı inceledi. Odada, üzerinde yattığı yatak dışında, mobilya olarak adlandırılacak tek bir parça eşya yoktu. Ne bir sandık, ne bir çekmeceli dolap, ne bir masa, ne de bir sandalye. Duvarda ne bir resim, ne saat, ne de ayna asılıydı. Aydınlatma için bir şey de görünmüyordu. Görebildiği kadarıyla, yerde de ne bir kilim, ne de halı seriliydi, sadece bomboş ahşap bir zemin vardı. Duvarlar, solmuş duvar kâğıdıyla kaplıydı, üzerinde ince desenler vardı ama zayıf ışık altında –belki normal ışıkta da değişen bir şey olmazdı ama– bu desenlerin ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Pencerenin karşısında, onun sağına denk gelen duvar tarafında bir kapı vardı. Kapının üstünde de yer yer rengi atmış, sarı metal bir kapı tokmağı. Bu oda muhtemelen eskiden bir yatak odası olarak kullanılıyordu. Öyle bir havası vardı. Ancak, eskiden orada bulunmuş herkesin izi tamamıyla silinmişti artık. Onun şimdi yattığı yatak, odanın ortasına öylece bırakılmıştı. Ama yatağa nevresim takımı geçirilmiş değildi. Çarşaf yoktu, yorgan ve yastık da. Eski püskü bir çıplak döşek konmuştu sadece. Burasının neresi olduğu, bundan sonra ne yapması gerektiği konusunda Samsa’nın hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği, onun Gregor Samsa adında bir insanoğluna dönüştüğüydü. Bunu nasıl olup da biliyordu? O uyurken birisi kulağına, “Senin adın Gregor Samsa” diye fısıldamış olabilirdi. Peki, Gregor Samsa’ya dönüşmeden önce, acaba kimdi? Acaba ne idi? Bunu düşünmeye başlayınca bilinci bulanır gibi oldu. Başının içinde karanlık bir sütun gibi bir sivrisinek sürüsü yükseldi sanki. Bu sütun giderek kalınlaşıp koyulaştı, hafif bir vızıltı çıkararak beyninin yumuşak kısmına doğru hareket etti. Bunun üzerine Samsa düşünmeyi bıraktı. Bir şeyi yoğun bir biçimde düşünmek şu anki halinde çok ağır bir yüktü. Bedenini hareket ettirmeyi bir şekilde öğrenmeliydi. Orada sonsuza dek tembel tembel yatıp, sırtüstü tavanı seyredemezdi. Hem bu pozisyonda son derece savunmasızdı. Kendisine bir saldırı olsa – sözgelimi vahşi kuşlar ona saldırsa– hayatta kalma şansı hiç yoktu. Başlangıç olarak el parmaklarını oynatmaya çalıştı. Sol ve sağ elinde beşerden toplam on uzun parmağı vardı. Her bir parmağında da birkaç eklem yeri bulunuyordu; bu yüzden, hepsini eşzamanlı olarak hareket ettirmek zor bir işti. Dahası, tüm bedeni uyuşmuş gibiydi (sanki ağır, yapışkan bir sıvının içine çekilmişti bedeni), ellerine güç gönderemiyordu. Yine de, gözlerini kapatıp, dikkatini vererek sabırla yinelediği birkaç başarısız denemenin ardından, her iki elinin parmaklarını giderek daha rahat hareket ettirebilecek duruma geldi. Eklemlerini de, ağır ağır da olsa, hareket ettirmeyi başardı. Parmak uçlarını hareket ettirince, bedenini saran uyuşukluk hissi de azalarak geçti. Ancak sonrasında, bu uyuşukluğun yerini doldurmak ister gibi –sanki dalgaların karanlık, uğursuz kayalıklara çarpması gibi– şiddetli bir ağrı bedenini esir aldı. Bu ağrının açlık hissi olduğunu anlaması için bir süre geçmesi gerekti. O ana değin tek bir kez bile kapılmadığı, daha doğrusu, en azından böylesini hatırlamadığı, karşı konulmaz bir açlık hissiydi bu. Sanki bir haftadır ağzına tek lokma koymamış gibiydi. Bedeninin ortasında kocaman bir boşluk oluşmuştu adeta. Tüm kemikleri gıcırdıyor, kasları kasılıyor, iç organları seğiriyordu. Samsa bu acıya daha fazla dayanamayıp, iki dirseğini yatağa dayayarak yavaş yavaş bedeninin üst kısmını doğrulttu. Kalkarken sırtından korkunç çıtırtılar geldi. Acaba ne kadar süredir bu yatakta yatmaktaydı? Tüm bedeni, kalkmaya çalışmasına karşı direniyor, mevcut duruşunu değiştirmesine yüksek sesle karşı çıkıyordu sanki. Bu acıya da bir şekilde katlanıp, tüm gücünü kullanarak bedenini hareket ettirdi ve yatak ucuna oturmayı başardı. Bu ne kadar da çirkin bir bedendi böyle. Çıplak bedenine şöyle bir bakıp, göremediği yerlerine eliyle dokunan Samsa ister istemez böyle düşündü. Çirkin olmakla kalmıyordu, çok da savunmasızdı. Pürüzsüz, beyaz ten (bir miktar kılla kaplıydı sadece), tamamıyla korunmasız yumuşak bir karın, inanılmayacak kadar tuhaf bir şekli olan bir cinsel organ, yalnızca ikişer tane ince, uzun kol ve bacak, mavi ağlar gibi uzanan hassas damarlar, kolayca kırılacak gibi duran oynak, ince ve uzun bir boyun, büyük, oval bir baş. Bu başın tepesini saran sert, uzun kıllar; denizkabuğu gibi sağa sola çıkıntı yapmış kulaklar. Kolayca zarar görebilecek böyle bir bedenle (üzerinde ne onu koruyan bir kabuk, ne de saldırmak için kullanacağı bir silah vardı), bu dünyada yaşamayı nasıl beceriyordu acaba? Neden bir balık olmamıştı? Neden bir günebakan olmamıştı? Balık ya da günebakana dönüşmüş olması daha anlaşılır olurdu. En azından Gregor Samsa olmak yerine, böylesi çok daha anlaşılır olurdu. Bunu düşünmekten alamıyordu kendini. Bir cesaretle iki bacağını yataktan aşağı sarkıttı, ayak topuğu yere değdi. Boş tahta zemin düşündüğünden daha soğuktu, istemeden soluğunu tuttu. Sarsak hareketlerle oraya buraya çarpa çarpa, nihayet iki bacağı üzerinde ayakta durmayı başardı. Bir eliyle yatağın başını tutup, bir süre o şekilde kaldı. Ancak hareketsiz kalınca bu sefer de başı çok ağırlaşmış gibi geldi ve boynunu tutmakta zorlandı. Zemin üzerinde ayakta durmaya biraz alışınca, sırada yürümeyi öğrenmek vardı. Ancak iki bacakla yürümek, neredeyse işkenceye yakın bir eziyetti, her hareket şiddetli bir fiziksel acıya neden oluyordu. Sol ve sağ bacağını birbirinin ardından hareket ettirip öne doğru ilerlemek, hangi açıdan bakılırsa bakılsın doğa kurallarına aykırı, akıl almaz bir işti; ayrıca görüş açısının yüksekten ve sabit olmayan bir pozisyonda olması onu korkudan adeta felç etmişti. Kalça kemiği ve diz eklemlerini hareket ettirmeyi öğrenmişti ama dengede durmak en başından beri çok çetin bir işti. Her adım atışında, yere devrilme korkusuyla dizkapakları titriyor, eliyle duvara tutunmak zorunda kalıyordu. Bunlara rağmen, ebediyen bu odada kalamazdı. Bir yerlerden yiyecek bir şeyler bulup yemedikçe, bu ıstırap verici açlık gece ve gündüz boyunca onu yiyip bitirecekti. Duvara tutuna tutuna dengesiz bir halde ilerleyerek kapıya varması uzun bir süre aldı. Ne zaman birimini, ne de onu ölçmeyi biliyordu. Ama bu herhalde uzun bir süreydi. Çektiği ıstırabın büyüklüğü bunu ona hissettiriyordu. Hareket ettikçe eklem ve kaslarını kullanmayı azar azar öğrense de hareketleri henüz çok yavaş ve çok beceriksizdi. Destek almadan yürüyemiyordu. Bu durumuyla pekâlâ bir bedensel engelli olarak kabul edilebilirdi. Kapı tokmağını tutup çekti. Kapı yerinden kımıldamadı bile. İtse de değişen bir şey olmuyordu. Sonra tokmağı sağa döndürüp yeniden çekti. Bu kez kapı bir gıcırtıyla içeriye doğru açıldı. Kilitli değildi. Kapı aralığından başını biraz dışarı çıkardı. Koridorda kimse yoktu. Etraf derin bir deniz dibi kadar sessizdi. Koridora ilk adımını sol ayağıyla attı, bir eliyle kapıya tutunarak bedeninin üst kısmını dışarı çıkardı, daha sonra da sağ ayağıyla adım attı. Ardından, elleriyle duvara tutuna tutuna, çıplak ayaklarla koridor boyunca ilerledi. Koridorda, onun çıktığı odanın kapısı da dahil olmak üzere toplam dört kapı vardı. Hepsi de aynı görünen, koyu renkli ahşap kapılardı bunlar. Acaba arkalarında ne vardı? Birileri var mıydı kapıların arkasında? Kapıları açıp içeriye bakmak için büyük bir istek duyuyordu. Böyle yaparsa, içine düştüğü bu akıl almaz, gizemli durum da biraz olsun aydınlanırdı belki. Ya da en azından mantıklı bir ipucu yakalardı. Ancak o odaların önünden hiç ses çıkarmamaya özen göstererek geçip gitti. Merakını gidermeden önce aç karnını doyurmalıydı. Bedenini ele geçiren bu şiddetli boşluğu bir an önce gerçek bir şeyle doldurmalıydı. O gerçek bir şeyi elde etmek için nereye yönelmesi gerektiğini Samsa biliyordu artık. Şu kokuyu takip edeceğim, diye düşünüyordu havayı koklarken. Sıcak yemek kokusuydu bu. Pişirilmiş yemeğin kokusu, ufacık zerreler halinde havada sessizce süzülüyordu. Bu zerreler burnundaki mukozayı delicesine uyarıyordu. Koku alma duyusunun topladığı bilgi bir anda beyne iletiliyor, bunun sonucunda güçlü bir önsezi ve şiddetli bir arzu, deneyimli bir işkenceci gibi bağırsaklarını yavaşça buruyordu. Ağzının içi tükürükle doluyordu. Ne var ki bu kokunun geldiği yere varmak için öncelikle merdivenden inmesi gerekiyordu. Düz bir zeminde yürümek bile onun için çok zahmetli bir işti oysaki. Tümü on yedi basamaktan oluşan dik merdivenden inmek kâbusun ta kendisiydi. Trabzanı iki eliyle kavrayarak alt kata yöneldi. Her basamakta ince ayak bileğine vücudunun tüm ağırlığı yüklendiği için, dengesini doğru dürüst sağlayamayıp, defalarca aşağıya yuvarlanacak gibi oldu. Doğal olmayan bu duruşlarda, tüm kemikleri ve kasları çığlık atıyordu. Merdivenden inerken Samsa balık ve günebakan olmayı düşündü. Balık ya da günebakan olmuş olsaydı, muhtemelen bu merdivenden inmesi veya çıkması gerekmeyecek, huzur içinde geçirebilecekti tüm yaşamını. Buna rağmen neden doğal olmayan bir şekilde, son derece tehlikeli işlere kalkışmak zorunda kalıyordu? Aklı almıyordu. On yedi basamağın hepsini inip en aşağıya ulaşınca, Samsa duruşunu düzeltti, kalan enerjisini toplayıp kokunun geldiği tarafa yöneldi. Yüksek tavanlı giriş holünü geçip, açık kapıdan mutfağa girdi. Mutfaktaki büyük, oval masanın üzerine, içinde yiyecekler bulunan tabaklar sıralanmıştı. Masanın çevresinde beş sandalye vardı ama ortalıkta hiç kimse görünmüyordu. Tabaklardan belli belirsiz beyaz bir buhar yükseliyordu. Masanın ortasında, içinde zambaklar olan camdan bir vazo vardı, beyaz peçeteler de konmuştu ama kullanılmış olduklarına dair bir iz yoktu. Kahvaltı hazırlanmış, ev ahalisi tam yemeye başlayacakları sırada birden beklenmedik bir şey olmuş, herkes sofradan kalktığı gibi ortadan kayboluvermişti sanki – böyle bir görüntü kalmıştı geride. Ayrıca bütün bunların üzerinden pek fazla zaman da geçmemişti. Peki ne olmuştu acaba? İnsanlar nereye gitmişlerdi? Ya da nereye götürülmüşlerdi? Kahvaltı için geri gelecekler miydi buraya? Ancak Samsa’nın bunlar üzerine düşünecek vakti yoktu. En yakın sandalyeye çöktü; ne bıçak kullandı, ne de kaşık, çatal ve peçete; masada bulunan yiyecekleri birbiri ardına eliyle yedi. Tereyağı ve reçel sürmeden ekmeği bölerek ağzına attı, haşlanmış kalın bir sosisi bütün olarak yalayıp yuttu, haşlanmış yumurtaları neredeyse kabuğunu soymadan mideye indirdi, sebze turşularını eliyle tutup yedi. Sıcak patates püresini parmaklarıyla alıp alıp ağzına attı. Bütün yiyecekleri ayna anda çiğniyor, ağzında kalanları ise suyla mideye indiriyordu. Tatlarının nasıl olduğunu hiç ayırt edemiyordu. Lezzetli miydiler lezzetsiz mi, acı mıydılar ekşi mi, bunların da farkında değildi. Bir şekilde bedenindeki boşluğu doldurmak, tek önceliği buydu. Sanki zamanla yarışır gibi, kendini kaybetmiş bir halde yedi; eline bulaşanları yalarken az kalsın parmağını ısıracaktı. Büyük bir tabak yere düşüp un ufak oldu ama o bunun farkına bile varmadı. Yemek masası içler acısı bir haldeydi. Sanki pencere açık kalmış da içeriye bir karga sürüsü girmiş, birbirleriyle kapışarak masadakileri yerken etrafı batırmış, sonra da uçup gitmişlerdi. Samsa yiyebildiği kadar yedikten sonra soluklanırken, artık masada tek bir yiyecek bile kalmamıştı. Elinin değmediği tek şey, vazodaki zambaklardı. Eğer bu kadar çok yiyecek hazırlanmış olmasaydı, zambaklardan da geriye bir şey kalmayabilirdi. Samsa’nın karnı o denli acıkmıştı. Yemek masasında uzun bir süre sersemlemiş halde kalakaldı Samsa. İki elini masanın üzerine koymuş, ağır ağır nefes alıp veriyor; gözleri yarı açık halde, masanın ortasına yerleştirilmiş beyaz zambaklara bakıyordu. Deniz kıyısında dalgaların yükselmesi gibi, yavaştan bir doygunluk hissi geldi. Bedenindeki boşluk gitgide dolmuş, boşluğun alanı daralmış gibi bir histi bu. Sonra metal demliği eline aldı, içinden beyaz porselen kupaya kahve doldurdu. Kahvenin keskin, acı kokusu ona bir şeyler anımsattı. Doğrudan bir anı değildi bu. Son derece dolaylı, birçok katmanı olan bir anıydı. Şu anda deneyimlediği şeye, bir anı olarak gelecekten bakıyormuş gibiydi, öylesine tuhaf bir zaman ikiliği yaşıyordu. Deneyim ile anı kapalı bir döngünün içinde gidip geliyordu. Kahveye bolca krema ekleyip parmağıyla karıştırdıktan sonra içti. Kahve oldukça ılımıştı. Kahveyi yudumladı, biraz ağzında tutarak dikkatli bir şekilde boğazından aşağıya doğru akıttı. Kahve içmek, gerginliğini biraz azaltmıştı. Ansızın bir üşüme geldi. Vücudu zangır zangır titriyordu. O zamana değin açlık hissi çok güçlü olduğundan, başka bir bedensel duyuma dikkat etme fırsatı olmamıştı. Nihayet karnı doyunca birden sabahın soğuğunu hissetti. Şöminedeki ateş sönmüştü, içerisi soğuktu. Üstelik o da çırılçıplaktı. Üzerine bir şeyler giymek zorunda olduğunu anladı Samsa. Bu haliyle çok üşüyordu. Hem insanların karşısına çıplak çıkması da uygun olmazdı. Her an birisi kapıda belirebilirdi. Az öncesine dek burada olan kişiler –kahvaltı etmek üzere orada bulunan kişiler– yakında dönebilirlerdi. Onlar geldiğinde bu halde olursa, muhtemelen bir sorun çıkardı. Nasılsa anlıyordu bunları. Tahmin değildi, kavrayış da değildi, biliyordu işte, hepsi buydu. Bu bilme halinin nereden, nasıl bir yolla geldiğini anlamıyordu Samsa. Bu da döngü içindeki anıların bir parçası olabilirdi pekâlâ. Samsa sandalyeden kalktı, yemek odasından çıkıp hole geçti. Sersemlik hâlâ geçmemişti, zaman alsa da artık bir şeye tutunmadan iki bacağı üzerinde durabiliyor, yürüyebiliyordu. Koridor girişinde demirden şemsiyelik, içinde şemsiyelerle birlikte birkaç tane de baston vardı. İçlerinden siyah, meşe ağacından yapılmış olanını seçip aldı, onu yürürken destek almak için kullanacaktı. Bastonu kavrarken duyumsadığı sağlamlık hissi, onu rahatlatıp cesaretlendirdi; kuşların saldırısına uğrasa silah olarak da kullanabilirdi. Pencere önünde dikilip, beyaz dantel tülün aralığından dışarıyı izledi. Evin önünden bir cadde geçiyordu. Öyle geniş bir cadde değildi. Pek fazla insan da görünmüyordu. Bazen hızlı adımlarla geçen insanların hepsi giysiliydi. Çeşitli renklerde, türlü stillerde giysilerdi bunlar. Geçenlerin çoğunluğu erkekti ama bir iki kadın da vardı aralarında. Erkek ve kadınların giysileri farklıydı. Ayaklarına sert deriden yapılmış ayakkabılar giymişlerdi. Parlatılmış çizme giyenler de vardı. Bu ayakkabıların tabanları arnavutkaldırımının üzerinde aceleci ve tok sesler çıkarıyordu. Herkes başına şapka takmıştı. Hepsi de sanki normal bir şeymiş gibi, iki bacağı üzerinde yürüyordu. Hiç kimse cinsel organını açıkta bırakmamıştı. Samsa, koridordaki büyük boy aynasının önünde durdu, caddeden geçen kişilerinki ile kendi bedenini kıyasladı. Aynada gördüğü sefil ve zayıf bir adamdı. Göbeğine et suyu ve sos bulaşmış, kasık kıllarına ekmek kırıntıları pamuk topakları gibi takılıp kalmıştı. Bunları eliyle süpürdü. Üzerime bir şeyler giymeliyim, diye düşündü bir kez daha. Sonra yine caddeye baktı, kuşları aradı gözleri. Tek bir kuş bile yoktu etrafta. Giriş katında koridor, yemek odası, mutfak ve oturma odası vardı. Ancak görünürde hiç kıyafet yoktu. Demek ki bu katta giyinip soyunmak için bir yer bulunmuyordu. Kıyafetler üst katta bir yerde toplu halde duruyor olmalıydı. Bir kez daha gücünü toplayıp merdivenden yukarıya çıktı. Hiç beklemediği bir şeydi ama merdivenden çıkmak inmekten daha kolay olmuştu. Tırabzana tutunup, hiç korku ve acı hissetmeden, arada soluklanmak için durarak, on yedi basamağı görece kısa bir zamanda çıkabildi. Şansı yaver mi gidiyordu ne, üst kattaki kapıların hiçbiri kilitli değildi. Kapıların tokmaklarını sağa döndürüp itince içeriye doğru açıldılar. Üst katta toplam dört oda vardı, gözünü açtığı o soğuk oda haricinde hepsi de rahat bir şekilde döşenmişti. Temiz nevresim takımı geçirilmiş yataklar, çekmeceli dolaplar, yazı masaları ve lambalar vardı, karmaşık desenli kilimler de serilmişti. Odalar derli topluydu ve temizlik de yapılmıştı. Kitaplıklardaki kitaplar güzelce dizilmiş, duvara çerçeveli yağlıboya manzara resimleri asılmıştı. Hepsi de beyaz kayalıkların olduğu sahil resimleriydi. Resimlerde koyu mavi gökyüzünde pamuk şekeri gibi beyaz bulutlar vardı. Odalarda da cam vazoda taze zambaklar. Hiçbir odanın penceresi kaba tahtalarda kapatılmış değildi. Dantel tül çekili pencerelerden bol güneş ışığı bir lütuf gibi usulca içeri giriyordu. Yatakların her birindeki izlerden, az öncesine dek orada birilerinin yatmış olduğu anlaşılıyordu. Büyük, beyaz yastıklarda hâlâ başların bıraktığı çukurlar duruyordu. En büyük odadaki elbise dolabının içinde bedenine uygun bir sabahlık buldu. Bununla bir şekilde vücudunu örtebilirdi. Bunun dışındaki kıyafetleri nasıl giyeceğini bilmiyor, nasıl bir kombinasyonla giyilmeliydiler, çok karışık geliyordu. Çok düğme vardı, neresi arka neresi ön, hangi taraf üst hangi taraf alt, bilmiyordu. İç çamaşırlarından da onun bedenine göre olan hangileriydi, ayırt edemiyordu. Giysiler hakkında öğrenmesi gereken çok şey vardı. Buna karşın sabahlık son derece basit ve kullanışlıydı, pek süslü de olmadığından o bile bunu üzerine kolayca geçirebilirdi. Hafif, yumuşak kumaştan yapıldığından tenine teması da iyi geliyordu. Koyu maviydi rengi. Sabahlıkla takım olan aynı renkteki terlikleri de geçirdi ayağına. Çıplak bedeninin üzerine sabahlığı geçirdi, pek çok denemenin ardından sabahlığın kuşağını önden bağlamayı başardı. Üzerinde sabahlık, ayağında terlikle aynanın önünde durdu. Bu hali, en azından beyaz teniyle ortada dolaşmaktan çok daha iyiydi. Etraftaki insanların nasıl giyindiklerini daha detaylı gözlemlerse, kıyafetlerin nasıl giyilmesi gerektiğini de birer birer öğrenecekti. O zamana dek sabahlıkla idare etmeliydi. Kendisini yeteri kadar ısıttığını söyleyemese de, evin içinde olduğu sürece soğuğa az çok dayanabilirdi. Hepsinden önemlisi, yumuşak ve çıplak derisinin, kuşların saldırısına savunmasız bir şekilde açıkta kalmıyor olması, Samsa’nın yüreğini ferahlatıyordu. Kapı zili çaldığında, en büyük odadaki yatakta (bu evdeki en büyük yataktı), yorganın altında uyukluyordu. Kuştüyü yorganın altı sıcacıktı, sanki bir yumurtanın içinde olmak gibi de rahattı. Rüya görüyordu. Nasıl bir rüya gördüğünü hatırlamıyordu. Kendisini iyi hissettiren, içine ferahlık veren bir rüyaydı. Ancak o sırada zil sesi bütün evde yankılanınca, Samsa da rüyasından soğuk gerçekliğe fırlatılmış oldu. Yataktan kalkıp, sabahlığının kuşağını yeniden bağladı; koyu mavi terliklerini ayağına geçirip, siyah meşe bastonu eline aldı ve tırabzana tutuna tutuna merdivenden aşağı yavaşça indi. Merdivenden inerken artık önceki kadar zorlanmıyordu. Ancak yuvarlanıp düşme tehlikesi hâlâ vardı. Dikkatsizlik edemezdi. Her bir basamağa dikkatle basarak, ayak ucuna baka baka, alt kata indi. O sırada kapı zili aralıksız, kulaklarını tırmalayarak çalmaya devam ediyordu. Kapıdaki kişi sabırsız biriydi demek; aynı zamanda da ısrarcı. Nihayet merdivenin en alt basamağına ulaştığında, sol elinde bastonu tutarak sokak kapısını açtı. Kapı tokmağını sağa çevirip kapıyı içeriye doğru çekince açılmıştı kapı. Kapıda küçük bir kız duruyordu. Çok küçük bir kızdı bu. Nasıl olmuş da yetişmişti boyu kapı ziline? Ancak iyice bakınca, kızın aslında hiç de küçük olmadığını gördü. Sırtında bir tümsek olduğundan, öne doğru eğik halde duruyordu. Bu yüzden gözüne küçük görünmüştü. Ama bedeni küçük değildi. Saçını paket lastiğiyle arkadan toplamış, saçlarının yüzüne dökülmesini önlemişti. Saçı koyu kestane rengindeydi ve çok gürdü. Ayak bileklerini örtecek kadar uzun, bol bir etek giymiş, üzerine ise eskimiş yün bir ceket geçirmişti. Boynuna çizgili, pamuktan bir fular dolamıştı. Başında şapka yoktu. Ayakkabıları yukarıya kadar bağcıklıydı, yirmili yaşlarının başında olmalıydı. Hâlâ küçük bir kız gibi görünüyordu. Gözleri kocaman, burnu küçük, dudakları ince ve hilal gibi yanlara kıvrılmıştı. Kara ve düz kaşları, ona şüpheci bir ifade veriyordu. “Samsa’ların evi mi?” diye sordu, başını Samsa’nın yüzüne doğru kaldırarak. Sonra tüm bedeni sarsıldı. Şiddetli bir depremle sarsılan bir kara parçası gibi. Samsa, kısa bir tereddüdün ardından cesaretini toplayıp, “Evet, burası” diye yanıtladı. Kendisi Gregor Samsa olduğuna göre, burası da Samsa’ların evi olmalıydı. Böyle demesi yanlış olmazdı. Ancak, kız bu cevaptan hoşnut olmamış gibiydi. Suratı asıldı. Sanki Samsa’nın cevabında bir kararsızlık hissetmişti. “Gerçekten Samsa’ların evi burası, değil mi?” dedi sert bir şekilde, deneyimli bir bekçinin pejmürde görünümlü yabancı bir ziyaretçiyi sorgulaması gibi. “Ben Gregor Samsa’yım” diye yanıtladı Samsa, olabildiğince sakin bir tavırla. Bu, şüphe götürmeyen bir gerçekti. “Öyle olsa iyi olur” dedi kız. Sonra ayağının dibindeki büyük, siyah kumaş çantayı eline aldı, çanta hayli ağır görünüyordu. Uzun yıllardır kullanılıyor gibiydi, yer yer yıpranmıştı. Muhtemelen daha önce de başka birilerine aitti çanta. “O halde girip bir bakayım.” Kız karşılık beklemeden eve daldı. Samsa, ardından kapıyı kapattı. Kız orada öylece dikilip, sabahlık ve terlikli Samsa’yı şüpheli gözlerle baştan aşağı süzdü. Sonra soğuk bir ses tonuyla konuştu: “Uykunuzu böldüm sanırım.” “Hayır, sorun değil” dedi Samsa. Karşısındakinin yüzünde beliren hoşnutsuz ifadeden, üzerindekilerin bu duruma uygun düşmediğini anladı. “Kıyafetim için beni bağışlayın, bazı şeyler oldu da…” diyerek özür diledi. Kız bunun üzerine bir şey demedi, dudaklarını birbirine bastırdı. “O halde?” “O halde?” diye karşılık verdi Samsa. “O halde, sorun çıkaran kilit nerede?” “Kilit mi?” “Şu kırılmış kilit hani” dedi kız, kızgınlığını sesine yansıtmamaya çalışmak gibi bir niyeti yoktu sanki. “Gelip, kırılan kilidi tamir etmemi istemiştiniz ya.” “Haa” dedi Samsa, “kırık kilit, değil mi?” Samsa var gücüyle zihnini çalıştırdı. Ancak düşüncelerini bir noktaya odaklayınca, başının içinde kapkara bir sivrisinek sütunu yükseliyormuş gibi oldu yine. “Kırık kilit hakkında bir şey söylenmedi bana ama” dedi Samsa, “muhtemelen üst kattaki kapılardan birinin kilidi olmalı.” Kız başını eğip, Samsa’nın yüzüne ters ters baktı. “Muhtemelen mi?” Sesindeki soğukluk daha da artmıştı. Tek kaşını kaldırıp sordu: “Hangisi?” Yüzünün kızardığını hissetti Samsa. Kırık kilit hakkında hiçbir bilgisi olmadığından dolayı utanmıştı. Konuşmak için boğazını temizledi ama bir şey diyemedi. “Bay Samsa, anneniz ve babanız evde değiller mi? Benim onlarla konuşmam daha iyi olacak gibi görünüyor.” “Bir iş için dışarı çıkmış gibiler” dedi Samsa. “Dışarıdalar mı?” diye sordu, memnuniyetsizce kız. “Bütün bunlar yaşanırken ne işleri olabilir ki?” “Hiçbir fikrim yok. Sabah uyandığımda, evde kimseler yoktu” dedi Samsa. “Hay aksi” dedi kız. Sonra uzun uzun içini çekti. “Tamir için sabah bu saatte gelmemi istemişlerdi oysa.” “Özür dilerim.” Kız bir süre dudaklarını büzdü. Kaldırdığı kaşını usulca indirdi, Samsa’nın sol elinde tuttuğu siyah bastona baktı. “Bacaklarınızda sorun mu var Gregor Bey?” “Evet, biraz” diye lafı geveledi Samsa. Kız yeniden sarsılıp silkinir gibi bir hareket yaptı. Bu hareket ne anlama geliyor, ne amaca hizmet ediyordu, Samsa bunu bilmiyordu. Ancak Samsa, kızın bu acayip beden hareketi karşısında, içgüdüsel bir istek duymaktan alamadı kendini. Kız, pes etmiş gibi bir ifadeyle, “Yapacak bir şey yok. O halde, üst kattaki kapı kilitlerine bir bakayım. Böylesine bir kargaşanın içinde, caddede yürüyüp köprüden geçerek buraya kadar geldim nasıl olsa. Hayatımı riske atarak. Hiçbir şey yapmadan, ‘Aa, öyle mi? Evde yoklar demek. Peki o zaman, hoşça kalın’ diyerek dönmek de olmaz. Öyle değil mi ama?” Böylesine bir kargaşanın içinde? Samsa, kızın neden bahsettiğini bir türlü algılayamıyordu. Acaba ne gibi kötü şeyler oluyordu dışarıda? Ama bu konuda hiç soru sormadı. Bilgisizliğini daha fazla göstermese iyi olurdu. Kız iki büklüm halde, sağ eline ağır, siyah çantayı alıp, sanki sürünen bir böcek gibi merdivenden yukarı çıktı. Samsa ise tırabzana tutuna tutuna onun ardından gitti. Kızın yürüyüşü onda, özlediği, sempatik bir şeyleri çağrıştırıyordu. Kız, üst katın koridorunda dört odanın kapısına da şöyle bir baktı. “Kilidi kırık olan muhtemelen bu kapılardan biri, öyle mi?” Samsa’nın yüzü yine kızardı. “Öyle. Bunlardan biri” diye yanıtladı. Sonra da çekinerek ekledi: “Şey, sağ en dipteki oda olabilir gibi geliyor bana ama.” Kastettiği, bu sabah Samsa’nın gözünü açtığı, hiçbir mobilyanın bulunmadığı boş odanın kapısıydı. “Olabilir” dedi kız, sönmüş şenlik ateşini çağrıştıran duygusuz bir ses tonuyla. “Muhtemelen.” Sonra dönüp, Samsa’nın yüzünü inceledi. “Bir şekilde” dedi Samsa. “Sayın Gregor Samsa, sizinle sohbet etmek çok keyifliymiş. Geniş bir sözcük hazneniz olduğu gibi, ifadelerinize de diyecek yok” dedi kuru bir sesle. Sonra yine içini çekti ve ses tonunu değiştirdi: “Tamam. Bir şekilde, sağ en dipteki kapıya bakalım önce.” Kız, kapının önüne gidip tokmağı çevirdi. Sonra kapıyı itti. Kapı açıldı. Oda, aynı Samsa’nın bıraktığı gibiydi. Eşya olarak sadece yatak vardı; odanın tam ortasında, okyanusun ortasındaki yalnız bir ada gibi duruyordu. Yatakta sadece, pek de temiz olduğu söylenemeyecek çıplak bir döşek vardı. Döşeğin üzerinde o, Gregor Samsa olarak gözünü açmıştı. Bu bir rüya değildi. Zemin soğuk ve boştu. Pencereye sımsıkı tahtalar çakılmıştı. Ancak kız bunları görse de şaşırmış gibi bir ifade takınmadı. Buna benzer şeylere her gün her yerde rastlıyormuş gibi bir hali vardı. Kız çömeldi ve siyah çantasını açıp, içinden krem renkli bir fanila çıkardı, yere serdi. Seçtiği birkaç parça aleti, sırayla bezin üzerine dizdi. Deneyimli bir işkencecinin, zavallı bir kurbanın önünde, uğursuz aletlerini dikkatlice hazırlaması gibi. Önce orta kalınlıkta bir tel aldı eline, bunu anahtar deliğine soktu, ustalıkla değişik yönlere çevirdi. Bu sırada gözlerini kısmış, işine odaklanmıştı. Kulak kesilmişti. Sonra daha ince bir tel alıp, aynı hareketi yineledi. Yüzü ciddileşti, dudaklarını çarpıtıp büzdü; acımasız bir Çin kılıcına benzemişti dudaklarının şekli. Büyük bir el feneri aldı ve ciddi bir ifadeyle kilidi daha detaylı inceledi. “Baksanıza, bu kilidin anahtarı var mı acaba?” diye sordu kız Samsa’ya. “Anahtarın nerede olduğunu bilmiyorum” diye dürüstçe yanıtladı Samsa. Ö “Öyle mi Sayın Gregor Samsa? Bazen beni öldürüyorsunuz!” dedi kız, tavana doğru bakarak. Ancak Samsa’ya daha fazla ilgi göstermedi, fanilanın üzerine sıraladığı aletler arasından bu kez bir tornavida seçti ve vidaya zarar vermemek için yavaşça ve dikkatlice kilidi sökmeye koyuldu. İşine birkaç kez ara verdi ve daha önce yaptığı gibi, sarsılıp silkindi. Bu sarsılıp silkinmeyi onun arkasından gözleyen Samsa’nın bedeninde tuhaf bir tepki oluşmaya başladı. Tüm bedeninin hafif hafif ısınmaya başladığını, burun deliklerinin büyüdüğünü hissetti. Ağzının içi kurumuştu, tükürüğünü yutarken kulağının içinden yüksek bir ses duydu. Kulakmemesi kaşınıyordu nedense. Ve o ana dek serbestçe sarkıp sallanan cinsel organı, sertleşip kalınlaşmaya, uzamaya, gittikçe yukarıya doğru kalkmaya başladı. Kalktıkça da sabahlığın önü kabardı. Bunun anlamı neydi ki? Samsa’nın hiçbir fikri yoktu. Kız, kapıdan söktüğü kilidi pencere kenarına götürdü, tahtaların arasından sızan gün ışığı altında onu detaylıca inceledi. Suratı asık, dudakları büzülmüş halde, ince telle kilidin içini karıştırarak, güçlüce sarsarak çıkan sesi dinledi. Sonra derin bir nefes aldı ve Samsa’ya döndü. “İçi resmen kırılmış” dedi kız. “Aynen dediğiniz gibi çıktı Bay Samsa. Buymuş arızalı olan.” “İyi öyleyse” dedi Samsa. “O kadar da iyi değil” dedi kız. “Bu kilidi hemen burada tamir edemem. Özel yapım bu. Eve götürüp, babama ya da ağabeylerime göstermekten başka çarem yok. Onlar tamir edebilir. Ama benim elimden gelmez. Ben henüz çırağım, çok basit kilitler dışındakileri tamir edemiyorum.” “Anlıyorum” dedi Samsa. Demek bu kızın babası ve birkaç ağabeyi vardı. Ve hepsi de kilit ustasıydı. “Aslında babam ya da ağabeylerimden biri buraya gelecekti, ama baksanıza, bildiğiniz gibi bu kargaşa meydana geldi. Bu yüzden kendilerinin yerine beni gönderdiler. Ne de olsa dışarıda kontrol noktalarından geçmek gerekiyor.” Sonra derin bir nefes aldı kız. “Ama ne olmuş da kilit bu şekilde kırılmış acaba? Kimin yaptığını bilmiyorum ama özel bir alet yardımıyla kilidin içeriden oyulmuş olması dışında bir şey gelmiyor aklıma.” Sonra kızın yine tüm bedeni sarsıldı. O bedenini sarsınca, iki kolu sanki özel bir yüzme tekniği uygulayan yüzücülerinki gibi dönüyordu. Ve bu hareket her nedense Samsa’yı cezbedip heyecanlandırıyordu. Samsa cesaretini toplayıp, “Bir şey sorabilir miyim?” dedi kıza. “Soru mu?” diye şüpheli bir bakışla yanıtladı kız. “Ne soracaksınız bilemiyorum ama sorun bakalım.” “Böyle sarsılıp durmanızın sebebi nedir?” Kız, ağzını hafifçe açıp Samsa’nın yüzüne baktı. “Sarsılmak mı?” Sonra bir süre bunun üzerine düşündü. “Bunu mu soruyorsunuz?” dedi kız, o sarsılıp silkinme hareketini yapıp göstererek. “Evet” dedi Samsa. Kız bir süre sert sert Samsa’ya baktı. Sonra sıkkın bir ifadeyle, “Sutyen tam olarak vücuduma uymadı. Bu yüzden işte” dedi. “Sutyen mi?” diye sordu Samsa. Bu sözcük onun hafızasında hiçbir şey canlandırmadı. “Evet, sutyen! Ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” diye yanıtladı kız, tükürür gibi. “Yoksa kambur kadınların sutyen takmasını tuhaf mı buluyorsunuz? Bizim sutyen takmamızın küstahlık olduğunu mu düşünüyorsunuz?” “Kambur mu?” dedi Samsa. Bu sözcük de onun bilincinin boşluğunda emilip gitti. Samsa’nın onun neden bahsettiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu. “Hayır, böyle bir şeyi aklıma bile getirmedim” diye kendini savundu kısık bir sesle. “Bana baksanıza, benim de iki göğsüm var, elbette ki onları sutyenle desteklemek durumundayım. İnek değilim ki, yürürken sallanmalarını isteyeyim.” “Elbette” diye onayladı Samsa, aslında hiçbir şey anlamadan. “Ama vücudum bu biçimde olduğundan, sutyen tam oturmuyor. Normal kadınlarınkinden biraz farklı ya benim bedenim. O yüzden arada bir böyle bedenimi sarsıp sutyeni yerine oturtmam gerekiyor. Bir kadın olarak yaşamak, sizin düşündüğünüzden çok daha zor bir şey. Birçok zor tarafı var. Bu yüzden mi öyle arkamdan izleyip duruyorsunuz beni? Çok mu ilginç buldunuz?” “Yoo, hiç de değil. Sadece, neden böyle sarsılıp silkiniyor acaba diye merak ettim bir an, o yüzden.” Sutyenin, göğüsleri destekleyen bir gereç olduğunu, kamburluğun ona özgü fiziksel bir durum olduğunu tahmin etti Samsa. “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” dedi kız. “Dalga geçtiğim falan yok.” Kız başını eğip Samsa’ya baktı. Onun kendisiyle dalga geçmediğini anladı. Kötü bir niyeti olmadığını da. Muhtemelen biraz aklı kıt, diye düşündü. İyi yetiştirilmiş biri, yakışıklı da sayılır. Aşağı yukarı otuz yaşında. Fazlaca zayıf, kulakları büyük, yüzü de solgun ama nazik biri. Sonra kız, Samsa’nın giydiği sabahlığın alt kısmının dik bir açıyla kalkmış olduğunu fark etti. “Bu ne böyle?” diye son derece soğuk bir ses tonuyla sordu. “Neyin nesi bu kabarıklık?” Samsa, sabahlığın önündeki kalın kabarıklığa baktı. Karşısındakinin konuşma tarzından, insanların önüne bu halde çıkmanın uygun bir görüntü sergilemediği sonucuna vardı. “Anladım! Siz, kambur bir kızı becermek nasıl bir şey, bunu merak ediyorsunuz değil mi?” diye bağırarak sordu kız. “Becermek mi?” dedi Samsa. Bu sözcüğe de bir anlam verememişti. “Sırtım öne doğru eğik olduğundan, arkadan girmenin çok uygun olacağını düşünüyorsunuz değil mi?” dedi kız. “Böyle sapıkça şeyleri düşünen heriflerden dünyada çok var. Ve bu kişiler, benim gibi birinin onlara kolayca kendini teslim edeceğini düşünüyorlar. Ama size kötü bir haberim var, düşündüğünüz kadar kolay lokma değiliz.” “Anlamıyorum ki” dedi Samsa, “size kendinizi kötü hissettirecek bir şey yaptıysam affedin. Özür dilerim. Affedin lütfen. Kötü bir niyetim yoktu. Bir süredir hastaydım ben, pek çok şeyi hâlâ tam anımsayamıyorum.” Kız yine derin bir iç çekti. “Öyle mi? Eh peki öyleyse, anlaşıldı” dedi. “Senin aklın biraz kıt, öyle değil mi? Ama penisin gayet sağlıklı. Elden ne gelir.” “Affedersin” diye özür diledi Samsa. “Sorun değil, tamam” diye yanıtladı kız insafa gelip. “Benim dört ağabeyim var, pek edepli de değillerdir, küçüklüğümden beri bana gösterirlerdi. Sözde şaka diye. Kötü karakterli herifler işte. Bu yüzden alışkınım, uydurmuyorum.” Sonra çömelip yere dizdiği aletleri teker teker topladı, kırık kilidi krem rengi fanilaya sardı, aletlerle birlikte itinayla siyah çantanın içine koydu. Ardından, çantayı eline alıp doğruldu. “Bu kilidi eve götürüyorum. Annenle babana şöyle de; bu kilit ya bizim evde tamir edilecek ya da tamamen yenisiyle değişecek. Ama şu sıralar yenisini temin etmek zor olabilir. Annenler geldiğinde aynen böyle de. Anladın mı? Hatırlayabilecek misin?” “Hatırlayabilirim” dedi Samsa. Kız önde, onun arkasında Samsa, merdivenden ağır ağır indiler. İkisinin merdivenden inerkenki görüntüleri, birbirine tamamıyla zıttı. Biri sanki dört ayağı üstünde yürür gibiydi, diğeri ise hiç doğal olmayan bir pozisyonda arkaya doğru kaykılmıştı, buna rağmen her ikisi de eşit hızla aşağıya iniyorlardı. O sırada Samsa “kabarıklığı” indirmek için uğraşsa da, eski haline bir türlü döndüremedi. Özellikle de kızın yürüyüşünü arkadan izlerken kalbi tok bir ses çıkarıyordu. Oradan pompalanan güçlü, sıcak, taze kan o “kabarıklığı” ısrarla koruyordu. “Demin de demiştim, aslında buraya babam ya da ağabeylerimden birisi gelecekti” dedi kız sokak kapısında. “Ama sokaklar eli silahlı askerlerden geçilmiyor, her yerde tanklar var. Özellikle de köprüde kontrol noktası kurmuşlar, bir sürü insan alınıp bir yerlere götürülüyor. Bundan dolayı bizim evin erkekleri dışarı çıkamadılar. Bir kez fark edilip götürülürlerse, ne zaman geri gelecekleri bilinmez çünkü. Çok tehlikeli ama elden bir şey gelmiyor. Bu yüzden de ben geldim. Tek başıma Prag caddelerinden geçtim. Kimse beni umursamaz çünkü. İşte ben de bazen işe yarayabiliyorum böyle.” “Tank?” diye tekrarladı Samsa, belli belirsiz bir sesle. “Bir sürü hem de. Top ve makineli tüfekleri de var” diyen kız, Samsa’nın sabahlığının önündeki kabarıklığa işaret ederek, “senin topun da etkileyici ama bu sözünü ettiğim çok daha büyük, sert ve öldürücü” dedi. “Dilerim ailendeki herkes sağ salim döner eve. Nereye gittiklerini aslında sen de bilmiyorsun, değil mi?” Samsa başını sağa sola salladı. Nereye gittiklerini bilmiyordu. “Seni yine görebilir miyim?” diye sordu Samsa, cesaretini toplayarak. Kız yavaşça boynunu büktü ve onun suratına şüpheyle baktı. “Sen benimle yine görüşmek mi istiyorsun?” “Evet, seninle bir daha görüşmek istiyorum.” “Şeyin böyle kalkmış halde mi?” Samsa, o kabarıklığa bir kez daha baktı. “Nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama bunun benim duygularımla bir ilgisinin olduğunu sanmıyorum. Bu sanırım kalbimle ilgili bir sorundan dolayı böyle.” “Hımm” dedi kız ilgiyle. “Kalbinle ilgili bir sorun, öyle demek. Çok ilginç bir yaklaşım bu. İlk kez böyle bir şey duyuyorum.” “Elimde olan bir şey değil.” “Yani düzüşmekle ilgisi yok?” “Düzüşmeyi aklıma bile getirmedim. İnan bana.” “Penisinin böyle sertleşip büyümesi, düzüşme ile ilgili değil ama kalbinle ilgili bir sorundan dolayı. Demek istediğin bu mu yani?” Samsa, başıyla onayladı. “Tanrı’nın önünde yemin eder misin?” diye sordu kız. “Tanrı?” dedi Samsa. Bu sözcüğü de duyduğunu hatırlamıyordu. Bir süre susup kaldı. Kız başını salladı usulca. Sonra yine vücudunu sarsılıp silkinerek sutyenini düzeltti. “Tamam, peki, vazgeçtim Tanrı önünde yemin etmenden. Tanrı birkaç gün önce Prag’dan ayrıldı zaten. Önemli bir işi falan çıkmış olmalı. Bu yüzden unutalım Tanrı’yı.” “Seni yine görebilecek miyim peki?” diye yineledi Samsa. Kız bir kaşını kaldırdı. Sonra yüzünde, sisler içinde bir manzaraya bakar gibi bir ifade oluştu. “Beni yeniden görmek istediğini mi söylüyorsun?” Samsa bir şey demeden başıyla onayladı. “Görüşünce ne yapacağız?” “Seninle sohbet etmek istiyorum.” “Hangi konuda?” diye sordu kız. “Çeşitli konular hakkında, bir sürü şey üzerine.” “Sadece sohbet mi?” “Sana sormak istediğim o kadar çok şey var ki” dedi Samsa. “Neyle ilgili?” “Bu dünyanın halleriyle ilgili. Seninle ilgili. Benimle ilgili.” Kız, bunun üzerine biraz düşündü. “Sadece şeyini orama sokmak istediğin için değil yani?” “Öyle değil” dedi Samsa, “sadece, seninle konuşmam gereken çok şey varmış gibi hissediyorum. Tanklar hakkında, Tanrı hakkında, sutyen hakkında, kilit hakkında.” İkisinin arasında yine bir sessizlik oldu. Birisinin evin önünden el arabasını sürüyerek geçtiğini duydular. Bunaltıcı, uğursuz bir sesti bu. “Bilemiyorum ki” dedi kız, boynunu usulca bükerek. Ama ses tonu eskisi kadar soğuk değildi artık. “Sen benim için fazla iyi yetişmiş birisin. Annenle baban, değerli çocuklarının benim gibi bir kızla görüşmesini iyi karşılamayacaklardır. Dahası şimdi bu şehir yabancı tank ve askerlerle dolup taşıyor. Bundan sonra ne olur, neler yaşanır, kimse bilmiyor.” Bundan sonra ne olur, bunu elbette Samsa da bilmiyordu. Gelecek bir yana, şimdi neler oluyor, geçmişte neler olmuş, o bunları da bilmiyordu. Bir giysi nasıl giyilir, onu bile bilmiyordu. “Her neyse, birkaç gün sonra yine evinize uğrayacağım. Kilidi getireceğim ya. Tamir edilebilirse, öyle getiririm; edilemezse bozuk haliyle. Bunun için ücret alacağım elbette. O zaman geldiğimde sen de burada olursan, birbirimizi yine görürüz. Dünyanın halleri hakkında rahatça konuşabilir miyiz, emin değilim ama. Her halükârda, annenle babanın yanında önündeki kabarıklığı gizlemen iyi olur. Normal insanların dünyasında şeyini apaçık sergilemen pek övünülecek bir şey değildir çünkü.” Samsa başıyla onayladı. Nasıl yapıp da şeyini insanların görmeyeceği şekilde gizleyebileceğini bilmiyordu ama bunu sonra düşünebilirdi. “Garip, değil mi?” dedi kız düşünceli bir şekilde. “Dünya yerle bir edilirken, kilidin kırılmış olmasını dert eden, üstüne üstlük onu tamir etmeyi kendine görev edinen insanlar var. Düşününce bu tuhaf bir şey. Sen de benim gibi düşünmüyor musun? Ama belki de böylesi daha iyidir, aksine doğru olan budur. Dünya yerle bir edilirken bile, insanlar bu tür ince işleri görev bilip, vazgeçmeden emek veriyor böylece de akıl sağlıklarını koruyabiliyorlardır belki de.” Kız yine boynunu büktü ve Samsa’nın yüzüne baktı. Birden bir kaşını kaldırdı, sonra ağzını açtı: “Bu arada, gereksiz bir şey belki ama, yukarıdaki oda bugüne dek ne için kullanılıyordu? İçinde tek bir mobilya bile bulunmayan bir odanın kapısının kilidinin kırılmış olmasını ve oraya sağlam bir kilit takmayı annenle baban neden bu kadar önemsiyorlar acaba? Ya pencereye öyle sağlam tahtalar çakılmış olmasına ne demeli? O odaya bir şey mi hapsetmişlerdi, ne dersin?” Samsa sustu kaldı. Biri ya da bir şey o odaya hapsedilmişse, bu kendisinden başkası değildi. Peki ama acaba neden o odaya hapsedilmesi gerekmişti? “Neyse, sana bunları sormamın bir anlamı olmasa gerek” dedi kız. “Ben artık gideyim. Gecikirsem bizimkiler meraklanır. Sağ salim eve varsın, askerler zavallı kambur kızı gözden kaçırsın, içlerinde sapıkça düzüşmeyi sevenler olmasın diye dua et, benim için. Bu şehrin becerilmiş olması yeter de artar bile.” Dua etmek, dedi Samsa. Sapık düzüşmenin ne olduğu, dua etmenin nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Sonra kız yine iki büklüm halde, ağır görünen siyah çantasını eline alıp kapıdan dışarı çıktı. “Seni tekrar görebilecek miyim?” diye son kez sordu Samsa. “Birini görmeyi çok istersen, o kişiyi mutlaka yine görürsün” dedi kız. Bu kez sesinde birazcık sıcaklık vardı. “Kuşlara dikkat et” diye seslendi Gregor Samsa, onun bükülmüş sırtının arkasından. Kız dönüp başıyla onayladı. Dudağının bir ucu kıvrık duruyordu, sanki gülümsüyormuş gibiydi. Anahtar ustası kız, iki büklüm vaziyette, arnavutkaldırımlı caddeden yürüyüp gözden kayboldu. Samsa, perde aralığından baktı. Kızın yürüyüşü garipti ama hızlıydı da. Hareketleri Samsa’nın gözüne çok çekici göründü. Sanki fırıldak böceği suyun üzerinde karaya doğru süzülüyor gibiydi. Bu yürüme şekli nasıl bakılırsa bakılsın, iki bacak üstünde dengesiz bir şekilde yürümekten çok daha doğal ve akla yatkındı. Kız gözden kayboldu, bir süre sonra Samsa’nın cinsel organı da sertliğini kaybetti ve küçüldü. Muazzam kabarıklık göz açıp kapayıncaya değin indi. Şimdi bacakları arasında sakin ve tehlikesiz bir şekilde, masum bir meyve gibi sarkıyordu organı. Erbezleri torbalarının içinde dinleniyordu. Sabahlığının kuşağını düzeltti, yemek odasındaki sandalyeye oturdu, soğumuş kahvenin kalanını içti. Burada yaşayan insanlar bir yere gitmişlerdi. Nasıl insanlardı bilmiyordu ama muhtemelen onun ailesiydi bu insanlar. Bir nedenle aniden evden çıkıp gitmişler ve bir daha geri dönmemişlerdi. Dünya yerle bir olmaktaydı – bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu Gregor Samsa. Tahmin bile edemiyordu. Yabancı askerler, kontrol noktası, tanklar… her şey bir gizemle sarmalanmıştı. Bildiği tek şey, kalbinde o kambur kızı yeniden görme isteğinin olduğuydu. Çok istiyordu görüşmeyi. Baş başa, yüreğindekileri konuşmak istiyordu. Onunla azar azar çözmek istiyordu bu dünyanın gizemlerini. Onun sarsılıp silkinerek sutyenini düzeltmesini farklı açılardan seyretmek istiyordu. Mümkün olursa da onun bedeninde ellerini gezdirmek istiyordu. Tenini, sıcaklığını parmak uçlarında hissetmek istiyordu. Ve dünyadaki merdivenleri onunla birlikte inip çıkmak istiyordu. Onu düşünüp bedenini hatırlayınca, kalbinde bir sıcaklık hissetti. O zaman bir balık ya da günebakan olmadığı için sevinç duydu. İki ayak üzerinde yürümek, giysi giymek, bıçak ve çatal kullanarak yemek yemek, mutlaka çok güç işlerdi. Bu dünyada öğrenmesi gereken çok fazla şey vardı. Ancak eğer insan değil de balık ya da günebakan olmuş olsaydı, böylesine garip bir yürek sıcaklığını asla duyumsayamazdı. Öyle hissetti. Samsa, olduğu yerde uzun bir süre gözlerini yumdu. İçindeki sıcaklığın, sanki bu sıcaklık bir şenlik ateşiymiş gibi, tek başına sessizce keyfini sürdü. Sonra kararlı bir şekilde ayağa kalktı, siyah bastonu eline alıp merdivene yöneldi. Tekrar üst kata çıktı, giysilerin nasıl doğru giyileceğini öğrenecekti. Bu onun yapması gereken bir şeydi. Dünya onun öğrenmesini beklemekteydi.
|