Aynalar Sarayı
Üç odanın üçünün de duvarında birer ayna asılı bakmayı unuttuğu.
Aynalar oysa... Oysa o aynalar hiç durmadan ona bakar, hiç
durmadan onu izler dururdu.
Evin her yanını, köşesini bucağını sirkeli sularla sildi temizledi,
eşyaların kapıların dolapların birer birer tozlarını aldı, çamaşırları
yıkadı, akladı pakladı, astı kuruttu, derledi topladı, kap-kacak ne
varsa şartladı-şurtladı. Bütün bunları kuş gibi uçuşarak, ceylan gibi
sekerek yapmıştı. Akşama doğru yorgun argın bir halde haşladığı
yarım paket makarnayı doldurdu tabağına, yemeye başladı. İyice
doyunca da, bastıran uykunun ellerine hiç düşünmeden teslim etti
kendini. Daha gece yarısına çok vardı uyuduğunda, haliyle sabaha
karşı henüz hava aydınlanmadan gayet dinç bir şekilde dinlenmiş
olarak uyandı. Bu sefer de üstüne bir huzursuzluk çöktü. Sebebi
belirsiz, sinsi bir huzursuzluk...
Sabaha karşılar insanı nasıl da etkiler. Yalnızları en çok
hüzünlendiren saatlerdir sabaha varmaya gönlü olmayan saatler.
Genellikle bu hain zaman dilimi yatakta dönüp durup debelenerek
geçirilir ama O...
Fatmir öyle bir kişi değildir.
Çalışkan, tez canlı, hamarat, güçlü-kuvvetli, kendi kendinin efendisi
bir kadın.
Güçlü, dinamik, akıllı, uyanık, tatlı, hüzünlü biri. Ve kimse de bilmez
bu özelliklerini. Kendi bile bilmez aslında ve böylesi çok daha iyi.
Çoğu kimse onu biraz kaçık –ayıptır söylemesi– kafası gidik olarak
yâd eder. Ardından gülerler bile bazıları. Gülsünler. İnsanları
ağlatmaktansa güldürmek varsa kaderinde; şükreder. Alay konusu
olmak, nefret edilen biri olmaktan yeğdir.
Sıra dışı davranışları olan kişileri anlamaya çalışmak yerine pis bir
sıfatla yaftalamak kolay! Ne çok iyi insan iyi niyetleriyle beraber
duvarlar ardındaki küçük sığınaklarına gömüldüler. O ve onun gibi
binlercesi anlaşılabilseydi, kim bilir dünyayı ne kadar
güzelleştirebilirlerdi.
Mesela bizimki: Fatmir. Zavallıcık, sadecik, yalnızcık.
Adına bakarsan manası: “Aşktan gelen.” Hah!
Aşktan gelmiş ama ne yazık ki aşk gelmemiş başına. Yetmezmiş
gibi bir de insanların göz dikeni olmuş. Neymiş efendim ilkokul
öğretmenliği yaptığı yıllarda çocukları derse almadan önce okulun
bahçesinde bir ders saati boyunca koşturup oynatır, sucuk gibi
terlettikten sonra içeri sokarmış. Kimi veliler şikâyet bile etmişler
zamanında ama Fatmir öğretmen, “Yaramazlıkları sökülüyor, zihinleri
açılıyor” diye kendini savununca okul müdürü de –sağ olsun
anlayışlı, ileri görüşlü bir adam olduğundan– izin vermiş kendisine.
Çocuklara maaşının yarısıyla ödül kitapları alır, yoksul ve zeki
olanlarına hiç parasız fazladan dersler verir, saatlerini harcamaktan
asla gocunmazmış. Hepsine demokrasiyi, laikliği, çarpım tablosunu,
coğrafyayı, Türkçeyi sevdirmek için ne oyunlar kurarmış, ne oyunlar,
ne oyunlar... Daha o yaşta Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Sait Faik’i, Fakir
Baykurt’u, Çehov’u, Shakespeare’i, Poe’yu kulaklarına sokmaya
çalışırmış ki ilerde hayatı daha kolay anlasınlar. Doğudan ya da
kuzeyden gelen çocuklara anadillerini unutmayıp geliştirsinler diye
kendi aralarında Kürtçe, Lazca konuştura konuştura –yarım yamalak
da olsa– fazladan üç dil sahibi olmuş. Bunlar gülünecek özellikler
tabii; hele ki büyüklerin çocuklara her şeyi görev psikolojisiyle, def-i
bela kabilinden, baştan savarcasına yaptığı, kendi vasat hayatlarına
dedikodu, alışveriş merkezi, internetteki sanal oyalanmacalar ve
televizyondan başka bir şey katmadıkları bir dünya düzeninde
elbette kaçık derler ona.
Desinler. Ne fark eder?
Di.
Şimdi emekli.
Birazcık bile farklıysan hedef tahtası olursun bu hayatta. Hele ki işin
eğitimse. Okul müdürünün insaniyeti sayesinde bu anadil
meselesiyle ilgili gelen yoğun şikâyetler yüzünden kovulmasına
ramak kala emekliliğe terfi etti.
Velhasıl muhteşem güzellikteki sabah ezanında Allah’a –pek de
vaktini almayacağı şekilde– dualarını edip, saygı çerçevesinde
naçizane dileklerini ilettikten hemen sonra bir bismillah çekip
yataktan kalktı.
Elini yüzünü yıkarken başlayıp-bitirdiği, başlayıp-bitiremediği işleri
düşünmeye başladı. Sonra da mahmurluğun tadını çıkararak ufak
adımlarla evini arşınlamaya.
Gün ağarmaya doğru yol alıyordu nazlı nazlı.
Zaman; vurdumduymaz, sabırsız, arsız zaman hızla akıyordu.
Fatmir’in hiçbir şeye ve hiç kimseye olmadığı gibi, zamana da
müdanası yoktu, ona pabuç bırakmazdı, isterse ters giydirirdi o
pabucu zamana ama istemiyordu. Ne zamanı kovalamıştı bugüne
kadar, ne de zamanın ardında kalmıştı. Kıçına sallamazdı akıp giden
saatleri.
Aynalardan yana da bir derdi yoktu. Çoğu kez günlerce bakmazdı
aynaya. Nasıl göründüğü kimin umurunda.
Çocukken bakar, şaşar kalırdı kendine. İri kemerli burnuna, patlak
pörtlek gözlerine, sicim gibi incecik dudaklarına, dağınık yoğun
kaşlarına, kıvırcık saçlarına tek tek göz gezdirir ve büyüyünce
güzelleşeceğini, tıpkı annesine benzeyeceğini düşünür avunurdu.
Saçları lepiska gibi uzayıp rüzgârda savrulacak, dudakları
dolgunlaşacak, elmacıkkemikleri çıkıp al al kızaracak, kaşları yay,
burnu hokka gibi olacak sanırdı.
Gençliğe adım atıp, aklı enikonu ermeye başlayınca artık bu suratın
değişmeyeceğini kabullenip aynalardan elini-eteğini, gözünü-bakışını
çekti.
Güzelliğin bulunmaz nimet olduğunu biliyordu elbet ama bir işe
yaramadığını düşünüyordu. Ne annesinin, ne de ablasının bir işine
yaramamıştı güzel olmak. Annesi çok güzeldi, öyle-böyle değil, çok
güzeldi. Hiç onların oralardaki kızlara benzemezdi. Rodos’tan
gelmiş, boylu poslu; upuzun sapsarı saçları, daima derin bakan iri
yeşil gözleriyle güzeller güzeli. Baba, anneyi hemen almış tabii. Bir
evin bir oğlu, fakir ama uyanık, akıllı, çalışkan. Köylük yerde bir kızı
uluorta öpüvermek ne demek? Alacaksın elbet. Annenin de gönlü
kaymış bu sevimli serseriye. Hemen ilk kızı, ardından ikinciyi
yapmışlar. Sevmişler birbirlerini bir zamanlar, çok da mutlu olmuşlar;
olmasalar ablaya Sevda, ona Fatmir adını vermezlerdi ki.
Bazen düşünüyor Fatmir, acaba diye... “Acaba böyle çirkin olduğum
için mi aşkları söndü, soldu?..”
Halbuki ilgisi yok. Allah insanoğlunu sapasağlam yaratır, insanoğlu
da kendi kendisini beğenmemek için bahaneler yaratır.
Fatmir çirkinliğini kimden almış bilemez ama aklını babadan,
sabrını anadan aldığını bilir.
Kusurlarına katlanmanın yolunu bulması çok da zor olmadı.
Çirkinse çirkindi işte. Çirkef olsa daha mı iyi? Hem güzel kızlar
gencecik yaşta zalim kocaların ocağına düşüp çocukları sıraladıkça
solup gidiyorlardı. Bir güzelin solması bir çirkinin solmasından daha
hüzünlüdür. Aksi gibi insanoğlu güzelliğe düşmandır. Doğasında
vardır insanoğlunun güzelliği hoyratça kullanmak. Bunu sırf güzel
kızlara değil güzel olan her şeye bakıp görebilir insan. Mesela en
basitinden doğaya, ilişkilere, İstanbul’a... Ellerinin erdiği her güzelliği
sahiplenir ve sömürürler. Gökyüzü dersin; o bile çöple dolu. Uzay
boşluğu artık uzay çöplüğü gibi bir yer.
Ablası Sevda güzeldi de ne oldu? Evlendi, mutsuz oldu, ayrıldı.
Kocası çocuklarını aldı, sonra traktör kamyonla çarpışıp devrildi ve
kocası da öldü, çocukları da. Traktörü de Sevda’ya düğünde takılan
takılarla aldıydı. Sevda kuru başıyla kalakaldı.
Ana-baba çocuğunun tahtını yaparmış da bahtını yapamazmış.
Gerçi Sevda ile Fatmir’in tahtı da olamadı, bahtı da olamadı
maalesef.
Şöyle ki:
Bir gün amcasıgil askere gidecekken Fatmir’in babasını “Bir şey
tembih edeceğim” diyerek yanına çağırıyor...
Velhasıl ikisi de atlarına binmişler, havadan sudan konuşa konuşa
Ördek Kaçmaz tepesinden değirmen başına doğru mısır tarlalarının
kıyısına doğru gitmişler. O zamanlar bütün toprak işleri imece usulü
yapılırmış. Bir gün birinin, öbür gün öbürünün tarlası. Orak mı
biçilecek, hep beraber biçerlermiş; ekin mi toplanacak, hep beraber
toplarlarmış. Orak biçilirken o gün, amcasıgil atı rahvan sürüp bir
yandan da etine dolgun, kısa boylu, fettan bakışlı, götü başı oynak
bir kızı göstererek demiş ki Fatmir’in babasına: “Bak Mahmut, şu kızı
görüyor musun, bizden yana bakan al fistanlı, çakır gözlü olanı?
Hah! Bak yine baktı. İşte onu. Askerden dönünce isteyip alacam ben
o kızı. Sen de ben askerden dönesiye kadar ona göz kulak
olacaksın.”
Mahmut kıza göz kulak olurken olurken olurken... Âşık oluveriyor.
Kız da Mahmut’a yanmaz mı? Yanıyor tabii. Baba yiğit, baba yağız,
aslanlar gibi güçlü kuvvetli. Bunlar gizli gizli buluşmaya başlayınca
da köyde dedikodu çıkıyor. Kızın babası, “Vay sen evli barklı, iki
çocuklu adama nasıl yanarsın?” diye diye dövüyor olmuyor, eve
kapıyor olmuyor; en sonunda kızı Muğla’ya kaçırıyor. Ben diyeyim
altı ay, siz deyin bir sene.
Ama baş edemiyor.
Fatmir’in babası gider gelir görür dururmuş kızı. Fatmir o sıralar
dört yaşlarında falan. Bu zaman zarfında anne hastalanıyor ve
Muğla’da bir hastaneye yatıyor. Anneyi dinleyecek olursanız onu
zehirleyen de baba. Laf aramızda Fatmir gibi ben de pek
inanmıyorum buna ama bilinmez ki, ne de olsa insanoğlu çiğ süt
emmiş. Yine de günahı boynuna. Mide ağrısına ilaç verdi diye nasıl
suçlanır ki iki çocuk babası bir koca? Üstelik ana, hem hasetinden
hem fesatından söylememiş de hamile olduğunu. Neticede kadın
kusa kusa fenalaşınca hastaneye kaldırıyorlar, Muğla’ya.
Anacığın oyunu ters tepince Mahmut’a da gün doğmuş tabii. O da
Muğla’ya gidip gelişlerini meşrulaştırmış, başlamış kızla daha sık
buluşmaya.
Mahmut taş ustasıydı, binalar yapardı, anıtlara çeşmelere süslü
ayna taşları oyardı. En çok babasının yaptığı aynaları sevdi Fatmir
çünkü çeşmedeki, Sümbül Baba Türbesi’ndeki ayna taşları aksini
göstermezdi. Sevda bazen hela deliğinin ortasındaki taşa baktırırdı
Fatmir’i ve “Bak bu taşın da adı ‘ayna’, buraya bakmak yakışır sana”
der, ağlatırdı. Evlerinin ön yüzünde, babasının yonttuğu cilalı gibi
düzgün mü düzgün bir ayna taşı vardı. Fatmir koşar, o taşa yüzünü
yaslar, ağlardı. Sevda bu kez, “Anaaa, koş kız ana, gel de gör,
aynadan aynaya koşar bu kız ana! Aynadan aynaya!” diye var
gücüyle bağırır, sonra da başlardı katılasıya gülmeye.
Çocuklar çok acımasız oldukları için çirkinler de zalimliğin ne
demek olduğunu çoğu zaman çocukken öğrenir.
O da unutmaz arkadaşlarının onun gözlerini bağladıktan sonra
baldırlarına ısırganotu vura vura, taa Ördek Kaçmaz tepesinden
aşağı, boklu dereye kadar önlerine katıp koşturduğunu ve dereye
düşünce de, “Çirkin ördek, çirkin ördek, yüz bokları yiyerek” diye
bağırıp gülüştüklerini.
Tozları alırken aklında beliren olur-olmaz anılarla cebelleşiyor, bir
yandan da kazıya kazıya ayaklarını, ayak bileklerini, baldırlarını
neredeyse kanatana kadar kaşıyordu. Birden bu alışkanlığını
sonlandıracağına dair kendiyle giriştiği inadı hatırlayıp durdurdu
kaşınmayı, tırnaklarını kızarmış bacaklarından çekti aldı, toz bezini
kovaya sokup çıkardı, iyice sıktı ve ellerini beline koyup etrafa alıcı
gözüyle bakmaya başladı.
Bir yandan gülümsüyordu. Eski kötü anılar aklına üşüştüğünde
gülümseyebilecek olgunluğa erişmek herkes gibi onun da yıllarını
almıştı. Öğrencileri sağ olsun! Çocuklar birbirlerine zalimlerse de,
büyüklerin nasıl göründüğü umurlarında olmaz. Hele ki o büyük,
öğretmenleriyse. Öğretmenlik hayatı emekliliğe teslim olduktan sonra
Fatmir boşluğa düşen aklını oyalamak için kafayı ev işlerine takmıştı.
Ev hayatının bir kadını bataklık gibi içine çekebilecek kadar tehlikeli
olduğunu bilmiyordu garibim. Eğer paçayı kurtarabilirse yeniden
köye dönüp babaannesinin viranesini saraya çevirebilmekti niyeti.
Hele bi bitirebilse şu evin işini.
O anda ayna ilişti gözüne.
Sinirceli bir gülüşle, “Ne lazımdı bunlar ama ne lazımdı!” diye
içinden geçirdi fakat tozlu ayna da hayra alamet değildir, öyle ya!
Hem görmediği bilmediği bir şey değil ki yüzü. Ayrıca aynayı
çerçevesine kadar silerken yüzünü-gözünü mü düşünür insan.
Yine de ne lazımdı?
Hem de üçünü birden yıllardır duvarında taşıyıp duruyor.
Annesinden, babaannesinden ve ablasından yadigâr aynalar.
Yatak odasındaki, babaannesinden kalan ahşap, çerçevesi sedef
kakmalarla süslenmiş dikdörtgen bir ayna.
Çerçeveyi çepeçevre silerek toz bezini toza buladı.
Sıra aynaya gelince gözlerini gördü ve olduğu yerde sıçrayarak iki
adım geriledi.
Alnından fışkıran buz gibi ter damlaları şakağına inerken dişlerini
sıkarak yutkundu ve ürkek adımlarını bu kez öne doğru atıp aynaya
yaklaştı.
Aynada çocukluğu.
Bu bir yanılsama mı, ışığın bir oyunu mu gibi soru işaretleriyle dolu
düşüncelerle yine baktı aynaya ama nafile. Gördüğü çocukluğuydu.
Gözlerini kırpıştırıp açtı kapadı. İyice kısarak kirpiklerinin arasından
baktı kendine. Ve sonra güleceği geldi. Güldü de. Neden olmasın,
insan her dakika çocukluğuyla karşılaşmıyor ki aynada. İyice inceledi
gördüğü aksi. Pek tatlıydı. Pek şekerdi. Yanaklarını sıkası geldi.
Aynaya uzandı ama nafile. Kaşları dağınık, saçları gür ve kıvırcık.
Zaman içinde kaşlarını cımbızla yola yola, saçlarını fönle çekiştire
çekiştire çok şey kaybettirmiş doğal haline. Bunları düşünürken
birden hiç de normal bir durum içinde olmadığının ayırdına vardı.
Aklında hızla pozitif bilimlerden kadim bilgilere varan bir köprü
kurmaya çalıştı ama nafile, başaramadı. Ayna işte! Ayna! Sadece
basit bir ayna! Alt tarafı ışığı yansıtan, varlıkların görüntüsünü veren
cilalı, sırlı cam. Sırlı cam. Sırlı. Sır. Aklın erişemediği, açıklanamayan
veya çözülemeyen şeydi aynadaki... Sırlı. Gizli.
Gözlerini aynadaki çocuk gözlerine dikip dümdüz, içine kadar, göz
aklarını, gözbebeklerinin etrafındaki kahverengiliğin içine mıhlanmış
benekleri falan iyice inceledikten sonra tam da gözlerinin irislerine
odaklanıp bakmaya başladı. O an, aynadaki küçük kız da, sırtını
dönüp etekleri uçuşa uçuşa dev bir mısır tarlasında koşmaya...
Fatmir’in çocukluğu koştu koştu koştu koştu ve babasının kucağına
atladı, sonra babası bir hamleyle onu belinden kavrayarak kaldırıp
omuzlarına oturttu, yürümeye başladıkları sırada ablası da koşarak
yanlarına geldi, babası onun da elinden tuttu. Üçünün bir arada ufka
doğru yol aldıklarını arkalarından görüyor, bu dokunaklı sahneyi
nefesini tutmuş heyecanla seyrediyordu. Her ne kadar içinde
bulunduğu durum olabildiğine garipse de aynadaki görüntü onu
rahatlatıyor, huzur veriyordu.
Derken bir anda, aynada, elinde kocaman bir tüfek tutan başı
kasketli başka bir sırt belirdi. Babasının omzundaki Fatmir arkaya
doğru bakıp tüfeği tutanın yüzünü seçtiği anda silah dört el ateşlendi.
Fatmir’in çocuk gözleri her bir mermiyi namludan çıkışından
babasının sırtına varana kadar olan yolda, filmlerdeki gibi ağır
çekimde izledi. Güm. Güm. Güm. Güm. Babaysa; ciğeri, dalağı,
bacağı ve beli kurşunlarla dolarken bile omzundaki çocuk düşüp de
incinmesin diye çırpınıyordu.
Fatmir aklı ermeye başladıktan sonra öğrenmişti ki babasını vuran
kasketli adam o yuva yıkan fettan kızın babasıdır.
Hastanenin anca kapısına kadar yetiştirebildiler babayı. Anne
hastanenin dördüncü katında yatıyorken, ciğeri ve dalağı parçalanan
baba hastaneye girerayak ölüvermişti.
Titreyen elini çabucak aynaya uzattı, babasıyla beraber mısır
tarlasında yürürlerken beliren adamın elinden silahı alabilecekti sanki
ama o görüntüler kaybolmuştu şimdi. Gözyaşlarını silip tekrar baktı
aynaya. Sırlı camda yine mahzun ağlamaklı çocuk yüzü.
Bu suratla girmişti yetiştirme yurduna.
Babaanne gencecik yaşta dul kalan gelinine ve iki torununa birden
bakamayacağı için ablayı on dördünde evlendirip Fatmir’i de
yetiştirme yurduna vermişti. Yetiştirme yurdu iyiydi, hem de çok
iyiydi. Hiç kötülük yoktu o zamanlar. O zamanlar sanki insanlar daha
iyiydi. Anneleri vardı bir sürü, bir sürü babaları vardı. Öğretmen
anneleri, aşçı anneleri, öğretmen babaları, bekçi babaları. Kızlarla
erkekler aynı yurtta kalırdı. Geceleri ışıklar söner herkes mışıl mışıl
uyurdu. Yetiştirme yurdu Fatmir’in şansı olmuştu bir bakıma. Çünkü
köylük yerde başka türlü nasıl okurdu? Yurda iki-üç ay geç gitmişti
ama Allah rahmet eylesin Yunusoğlu adındaki öğretmen babası
onunla ders sonraları özel olarak ilgilendi, bir çırpıda söktürdü
okumayı yazmayı. O da çok sevdi okumayı. Ne bulursa okurdu.
Yetiştirme yurtlarındaki çocukları devlet okuttuğu için iki seçenekleri
oluyordu o zamanlar, ya hemşire olabiliyorlardı ya da öğretmen.
Yunusoğlu öğretmen babası gibi bir insan olabilmek için öğretmen
oldu. Sahiden de benzedi ilk öğretmenine, merhametiyle,
çalışkanlığıyla, insan ayırmamasıyla, yardımseverliğiyle, her
şeyiyle...
Ayak bileklerini, baldırlarını kaşımaya dalıp gözünü aynadan
çevirmiş olduğunu fark edince ufacık bir rahatlama hissetti ama
aynaya yeniden bakacak cesareti bulması için ezbere bildiği birkaç
duayı okuması gerekti. Sonra da her harfine basa basa güçlü bir
Bismillahirrahmanirrahim çekti, derin bir soluk aldı, soluğunu ciğerine
hapsetti ve aynaya baktı.
Kimsesiz uçsuz bucaksız bir mısır tarlası.
İçi heyecanla titredi. Nefesini usul usul bıraktı minnetle. Mutlu
olduğu rüyalarında gördüğü manzaraydı bu. Birazdan o ıssız tarla
kalabalıklaşacaktı. Bu kez korkusuzca bakmaya devam etti, hatta
içinden “hadi, hadi, hadi, hadi...” diyordu sabırsızca.
Ve işte dört bir yandan köylüler tarlaya doluşmaya başladı ağır
adımlarla ve işte ayin yapar gibi topluyorlar mısırları ve işte
günbatımı! Öyle güzel, öyle güzel ki bakmaya doyamaz insan. Ama
bu kez aynadan akan görüntüler hızlandırılmışçasına ardı arkası
kesilmeden gelip geçmekte. Karanlık bastırırken köylüler ellerindeki
lüks lambalarını yakmaya ve tarlanın yamacındaki ağaçlara asmaya
başladılar birer birer. Her yan ışıl ışıl ışıldamıştı. Kocaman tarlanın
ortasına yarım ay şeklinde dizildiler ve mısırları saplarından koparıp
ortaya atmaya başladılar. Türküler söyleniyor, muhabbet gırla gidiyor.
Sabaha karşı bir mısır tepesi oluşuyor tarlanın ortasında. Fatmir
gözünü kırpmadan neler olacağına çok kez şahit olduğu halde
devamının gelmesini bekliyordu. Saniyeler içinde aynada gün doğdu
ve gün yine battı. Aynada zamanın bu kadar çabuk geçmesi ne
kadar da sevindirici. Çünkü hemencecik gelecek beklediği dakikalar.
Evet işte başladı bile. Yine lüks lambaları yandı, her yan ışıldadı. Bu
kez kadınlar ve erkekler karşılıklı oturup ellerine çam ağacından
koparılmış uzun dallar –neydi onların adı– hah tamam buldu;
“laputlar” almışlar ve mısır tepeciğine karşılıklı vuruyorlar sırayla. Bir
kadınlar vuruyor, bir erkekler. Tak. Tak. Tak. Tak. Yine türküler, yine
eğlenceli muhabbetler. Vura vura, vura vura, vura vura, vura vura
mısırları tanelerinden ayırıyorlar. Bu kez mısır koçanları bir yana,
mısır taneleri bir yana ayrılıyor ve işte şimdi... Fatmir ve diğer
çocuklar o mısır tanelerinden oluşan minik tepeciğin üstüne
uzanıyorlar döne döne, döne döne, döne döne, döne döne. Sıcacık.
Mısır tanelerinden oluşan tepecik, yuvarlana yuvarlana, birbirlerini ite
kaka, şakalaşarak, gülüşüp eğlenerek oynaşan çocukların altında
eşsiz bir döşeğe dönüşüyor. Ağustos sonu olmasına rağmen sabah
ayazında üşümüşler ve mısır taneleri sıcacık. Isınır ısınmaz gevşeyip
yıldızlara bakıyorlar, uyuyakalıncaya kadar konuşulan konu da
bilinmezliklerle dolu umman ve yıldızlar... Uyuyakalan çocuklar anababalarının kucaklarında ya da atların-eşeklerin terkilerinde evlere
taşınırken aynada olanca yalnızlığıyla tarla kalıyor.
Fatmir bu kez içini ürperten bir hisle titredi ve elinden toz bezini
fırlattığı gibi salona koştu. Diğer aynaya bakmaya.
Bu aynanın annesinden kaldığını, ona babasının nişan hediyesi
olduğunu, babasının da bit pazarındaki bir işporta tezgâhından yarım
çuval soğanla takas ederek aldığı ayrı hikâye... Babası ölünce
annesi aynayı atacak olduydu da Fatmir yalvar yakar attırmadıydı.
Yine de anne istemedi aynayı. Ölene kadar aynaya bakmamaya
yemin edince Fatmir aynayı sardı sarmaladı sakladı. Nerdeyse bir
ömür sonra, daha yeni astı duvarına ama yeminle hiç bakmadı,
bakamadı. Şimdi bakacak ama amacı başka. Aynada yüzünü
görmek istiyor. Şu andaki yüzünü. Emekli öğretmen Fatmir’i tüm
lanet ettiği çirkinliğiyle görmeli ve şöyle bir oh çekmeli az önceki
karabasan bitti diye.
Aynanın karşısına geçti ve hayretle bakakaldı yine.
Bu kez aynada gördüğü ilk gençliğinden içini paralayan bir görüntü.
Yaralı bereli tırnaklarıyla delercesine kaşıdığı bacakları jinekolog
muayenesi koltuğunda litotomi pozisyonunda iki yana açılı.
Gördüğünün ne olduğunu anlamak istemedi ama bal gibi biliyordu.
Ayak parmaklarını sıkıp bükmüş, ayak bileklerini sinirle kıvırıp
duruyor, kaskatı dizlerinin arasından görünen yüzünü kapattığı
ellerinin altında gözyaşları sel gibi süzülen bir ortaokul çocuğu.
Henüz âdet görmeye bile başlamadığı yıllardaki hali.
Yetiştirme yurdu iyiydi güzeldi ama bunu unutamıyor işte. Bu nasıl
unutulur, diye hep düşündü ama bir türlü bulamadı. Bazı anılar
silinmiyor, hatırlandıkça daha derine işliyor. Her tatil sonrası köye
gidip geriye döndüğünde bütün kızlar gibi o da doktora, gittiği gibi
geldiğini ispatlamak zorundaydı.
Ağlamaya başladı utançla. Gözyaşlarını silerken aynadaki aksinin
genç kız haliyle külotunu çekip doktorun odasından çıkışını izledi.
Çıkıp koşa koşa kız arkadaşlarıyla buluşmaya gitti. Sahi ne kadar
geç genç kız olmuştu. O yüzden mi memeleri küçücüktü? Fazla
önemsemez ama bunu da hep düşünür dururdu. Hormonları hiçbir
zaman tam kapasite çalışmamıştı zaten ve en mutsuz olduğu
zamanlarıydı genç kızlığı. Çirkinliğinin değişmez gerçeği olduğunu
anladığı, hayata lanet ettiği, doğduğuna pişman olduğu yıllar.
Bacaklarındaki ısırganotu acılarının henüz taze olduğu zamanlar.
Cildi daha diri görünüyordu ama ne fark eder. Burun aynı karga
burun, dudaklar yine yoklar, dişleri henüz sararıp eksilmeye
başlamamış ama yine eğri-büğrü, yine dişlek, yine lekeli ve saçları...
Ya saçları? Kapkara, kabarık, karışık. Mahalledeki çocukların dediği
kadar var; tam bir tarla cadısı.
İlk öğretmenlik görevi İstanbul’a düşünce önce şaşkına dönmüştü.
Allahtan çabucak toparladı. Ne kadar sinema, tiyatro varsa hepsini
izledi, daha çok okudu, daha çok öğrendi. Erkeklere hiç yanaşmadı.
Onlar da Fatmir’e. Hiç güvenemedi kimseye, hep bırakır giderler diye
korktu, bir de “çirkinsin” derler diye. Ne demiş ünlü yazar Gogol:
“Güven ayna gibidir. Bir kez kırıldı mı hep çizik gösterir.”
Fatmir hep kızların stepnesiydi, erkeklerle buluşacakları zaman onu
peşlerine takarlardı, o zamanlar öyleydi. Zapt edilemez gürlükteki
saçlarını çekiştirmekten yorulup fönlerle yaktıktan sonra kısacık
kestirdiği yıllar. İyice çirkindi bu haliyle.
“Yazık” diye geçirdi içinden. “Bilsem hiç kesmezdim saçlarımı,
şahken şahbaz olmuşum sanki.” Saçlarını çekiştirip uzatmaya çalıştı
umutsuzca ama aynalar aldığını geri vermez ki.
Bir büyünün etkisinde olduğunu düşündü ya da başka bambaşka
bir melanetin pençesindeydi.
Yoksa ölmüş müydü? Ölmüştü de ağlayanı mı yoktu? Olacağına
bak.
Zaten kimsesi yoktu ki. Bir tek ablası Sevda. Annesi ölünce ablası
tüm köylülüğünü, cahilliğini, hayata karşı duyduğu domuzuna
nefretini de alıp İstanbul’a onun yanına gelmişti. Hiçbir şeyden
memnun olmayan, genç yaşında kuruyup çökmüş, dilinin zehriyle
güzelliğini zedelemiş, gamlı, bahtsız bir kadın. Öylesine çirkef ki,
“Keşke o da çirkin olsaydı” diyesi geliyor insanın. İki lafından biri
bela, biri küfür. Sanki eve bakan oymuş gibi Fatmir’i devamlı
aşağılıyor, ezikliyor. Fatmir de saygısından, anlayışından bir nebze
bile ödün vermeden katlanıp onun zamanla sakinleşeceğini,
iyileşeceğini, düzeleceğini umuyor. Çünkü emeklilikte yalnızlık çok
zor. Sevda neredeyse bütün ömrünü yalnız geçirmiş hem de yas
tutarak. Yas kronikleşti mi en zalim gardiyandan daha beter eziyet
eder insana. Neticede –her şeye rağmen– iyi olmuştu kardeş-kardeş
yaşamaya başladıkları.
Bunu hatırlamasıyla silkinip kendine geldi Fatmir.
Başına gelenleri bir tek o anlayabilirdi. Hemen onu aramak geçti
içinden. Ama önce son aynaya gidip bakmalıydı. O giriş kapısının
hemen karşısında koridorda boy gösteren metal çerçeveli aynaya.
Sevda da annesi gibi gelin olduğu sıra kaynanasından hediye gelen
aynayı kocası öldükten sonra bir daha görmek istememişti. O aynayı
da Fatmir sahiplendi. Sevda’nın alaylarına aldırmadan aldı getirdi,
evinin antresine yerleştirdi. Sevda yanına taşınınca önce fark etmedi
bile aynayı, fark ettikten sonra da her gelip geçişinde aynadaki
aksine mi, aynanın sırlı camına mı bilinmez her seferinde tükürdü.
Fatmir’in Sevda’dan gördüğü kötü muameleye karşı yaptığı tek
hainlik aynayı kaldırıp atmaması.
Aynanın karşısına geldiğinde bu kez küçük ama güçlü bir çığlık
kopardı. İyice yaklaştı, geri çekildi, bir daha yaklaştı. Gördüğü yine
kendisiydi ama sanki yüz, sanki bin, sanki bin beş yüz yaşındaki
kendisi. İlk iki aynada gördüğü gibi eski anıların süzülüp geçmesini
umdu ama nafile. Hıçkırarak ağlamaya başladı, avuçları iyice
ıslanınca yüzüne kapadığı ellerini çekip dizlerini örten eteğine sildi
gözyaşlarını, oturmakta olduğunun ayırdına varamadı çünkü elleri
çok fenaydı, elleri... Elleri, incelmiş kemiklerini saran kırışmış
derisiyle yaşlı bir ninenin elleri. Nasıl da çökmüş, nasıl da bitmiş ve
hasta ve sanki şuursuz gibi. Bir haller olmuştu yaşlılığına. İyice
uzayıp sivrilen burnuna, iyice pörtleyen gözlerine ve tıpkı ıslatılıp
sıkıldıktan sonra sıkılı haliyle güneşte kurumaya bırakılıp unutulan
solgun ipek bir eşarp gibi buruş buruş, incecik, içinden sinirlerine
kadar gözüken derisine yaşlı gözlerle uzun uzun baktı. Fakat bütün
bunları umurundan uzaklaştırıp atan bir şeyi fark edince bastı çığlığı
olanca gücüyle.
Bu zalim boy aynasından görünen hali, tekerlekli iskemleden
kendisine bakıyor.
Çığlıkları bir dağın başından kopup diğer dağa çarpan bir
yankıymışçasına birbiri peşi sıra bağlanıp uzuyorken ardındaki sokak
kapısı açıldı ve en az kendisi kadar yaşlanmış ablası, elinde içi pazar
alışverişiyle dolu fileler ve sinirli, yorgun argın haliyle içeri girdi.
Onu aynanın karşısında görünce çığlıklarının nedenini bile
sormadan üzerine yürüdü. “Yine mi ha! Yine mi?” diye bağırarak
tekerlekli sandalyenin kollarından tutup bir-iki sarstıktan sonra
filelerden birini açıp içinden bir demet ısırganotu çıkardı ve Fatmir’in
ellerine ellerine, yüzüne yüzüne, boynuna boynuna vurmaya başladı.
“İskemlene pisleme demedim mi sana ha! Allah’ın delisi, başımın
belası, tarla cadısı, çirkin ördek seni, iskemlene pisleme demedim mi
ha?!” diye diye vuruyordu durmadan.
O son aynanın önünden çekilmesi bir daha mümkün olmadı.