Hece’de 2020’de Şiir ve Günümüz Şiiri Devam Ediyor
Hece Dergisi, 290. sayıda başladığı dosyaya bu sayı da devam ediyor. Dosyanın yoğunluğundan da anlaşılacağı üzere oldukça önemli bir arşiv okuyucuları bekliyor. Kitap yazıları, dönemlere, kuşaklara dair yazılar da yer alıyor dosyada.
Özellikle 2000’den sonraki kuşağın bariz hastalığı “benmerkez” diyebileceğimiz şifasız bir dert. Bütün okların kendilerine çevrilmesini isteyen bir iştiha kuşatıyor bedenleri ve ruhları. Onca yazıyı kendi adını anmak için girişilen dipsiz bir kuyu sendromunun örnekleriyle sık sık karşılaşıyoruz. Yapılan tespitlere bakıyoruz, tamamen kişisel tercih oyunu gibi. Sonuç; ben de şairim diye bağıran bir sürü cümle. Aslında 2000 kuşağı ve devamının en büyük sorunu bu.
Dosyadan paylaşımlar yapacağım.
Türk Şiirinde Yenilik Arayışları: 2000-2010
Şiirimizin “yeni” kavramıyla tanışması Tanzimat’a kadar gider. Şairlerin yeni olana karşı ilgisi edebiyat dünyamızda sürekli bir yenileşmeyi de beraberinde getirmiştir. Akımlar, gruplar, kuşaklar da hep bu devinimin bir sonucudur.
Murat Güzel, 2000-2010 arasındaki yaşanan yenilik arayışları hakkında yazmış. 2000’e kadar yaşanan ve daha çok II. Yeni etkisinde devam eden yenileşme çabalarına değinen Güzel, daha sonra döneme dair dergiler üzerinden bir değerlendirme yapıyor. “Şiirin ana mecrası değişmedi” tespiti oldukça yerinde. Özellikle günümüz şiirinde de görünen “ben” merkezli poetikaları çok da yerinde ve zemini sağlam bir duruş olarak görmüyorum ben. Şiire bulaşan kişiselleştirilmiş tavırlar Türk şiirinde pek de yer tutmuyor. Bunu yıllardır yaşadık ve görüyoruz. Ne yapılırsa yapılsın II. Yeni’nin versiyonlarını aşamayan çabalar devam edecek gibi görünüyor. Sözümüz söz olsun; Her şeye rağmen şiir iyi ki var.”
“Modern Türk şiirinde son büyük konvansiyonu oluşturan İkinci Yeni’yi alaşağı edebilmek amacıyla son yirmi-yirmi beş yıldır birçok farklı veçheden birbirinden değişik çıkış noktalarına sahip gâh biçimsel gâh kurgusal gâh doğrudan içeriğe yönelik birçok yenilik çabasını gözlemliyoruz. Bu çabalara ilişkin asıl ağırlık verdikleri noktalara bakarak yapabileceğimiz çeşitli tasnifler olsa da bu yenilik çabalarının tamamında yeniliğin bir “fikir” olmaktan ziyade bir “arzu”yu temayüz ettirdiğine kâniyiz.”
“Şiirde yenilikçiliğin ikinci büyük kanadını oluşturduğunu düşündüğümüz bağımsız çabaların (sözgelimi Efe Murad’ın “madde şiir”i ile Yücel Kayıran’ın “felsefi şiir”i) yanı sıra bazı eski tüfek şair diyebileceğimiz isimlerin de zaman zaman daha genç şairlerle ittifaklar kurarak yenilik arayışlarına katkı verdiklerini vurgulamak gerekir. Sözgelimi Ahmet Güntan, hem “Parçalı Ham” manifestosuyla hem çıkardığı Cehd dergisiyle bu çabalara ivme kazandırdı. Güntan’ın 2000’li yıllarda çıkan hemen bütün yenilikçi çabalara gerek yaygınlaştırma gerekse ürünle destek verme konusunda önemli addedilmesi gereken bir performans izlediğini yeri gelmişken vurgulamalı. Enis Akın ise Ömer Şişman’la birlikte “kekeme şiir”i savunduğu ortaklığı 2010’lardan itibaren Natama dergisinde örnekleyip belirgin bir hacme ulaştırmayı başardı.”
Edebî Akımların İklimi
Ethem Erdoğan’ın yazısından önemli gördüğüm bir bölümü buraya alıyorum. Akımların doğuşu değişimi ve miadını doldurması gibi bir süreç var. Bunu izliyoruz cümleler arasında.
“Edebî akım, değişim ihtiyacından doğar, doğmaktadır ve hiçbir akım apriori değildir. Birtakım sebep ve kişilere/topluma dayanması gerekir ve dolayısıyla bağlamsız olarak ansızın ortaya çıkmaz. Toplumsal değişime koşut gelişir. Sosyo-politik değişimler, ortaya konulan bilimsel ve felsefi görüşler, resim, müzik gibi başka sanatlardaki yenilikler, edebî akımlar için iklim ve sebep teşkil eder. Alımlayıcıdaki değer yargılarının kavranması ve değişimlerinin takip edilebilirliği, sanatçının yeni bakış açısı kazanmasını sağlar. İstisna şudur: Sosyo-politik olarak boşluk ya da hareketsizlik anlarında, toplumsaldan bağımsız ve geçici bazı edebî hareketler de nadiren olabilir. Bu durum yeni söylem ve buluşlara gebedir. Oluşan yeni, cari olursa akım olarak adlandırılır. Garip bariz örnektir. Şiir en az on yıl ötelenmiştir.”
Turgut Uyar’ın Şiirlerinde Matematik
Günümüz edebiyatında şiir ve matematik deyince akla ilk gelecek isim İbrahim Eryiğit’tir. Şiirin matematiksel düzlemle hücrelerine sızan ve rakamlarla dizeleri ustalıkla birleştiren bir şairimizdir Eryiğit. Bu kez Turgut Uyar’ın şiirini matematik bağlamında ele almış şair. Uyar şiirine farklı bir bakış açısı kazandırıyor bu yazı.
“Sibernetiğin, matematiksel formüllerden ve algoritmalardan yola çıkarak, sonrasında insanî müdahaleye gerek duymadan, dış dünyanın ihtiyaçlarına göre kendini yenileyip, kendisine verilen görevleri yerine getirip amacına göre hareket etmesini sağlayan yapay veya biyolojik sistemlerin kontrol ve haberleşmesi üzerinde yoğunlaşan matematiğin bir dalı olduğu bilinmektedir. Yapay zekânın günümüzde her alanda hayli mesafe kat ettiği göz önüne alınacak olursa 15 Mart 1979 tarihinde Tomris Uyar’a ithafen yazılmış “Sibernetik” adlı şiirde, matematik ile aşkın sarmal şekilde iç içe geçtiği görülmektedir. Logaritmik şiir diyor ya Ece Ayhan, aslında bu şiir algoritmik bir şiirdir. Çoğu kişi nedense logaritma ile algoritmayı aynı şey zanneder söyleniş benzerliğinden olsa gerek. Oysa ikisi çok farklıdır. Bu farkı burada anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar görüşündeyim.”
“Turgut Uyar, bu şiirinde, sınırları asla çizilemeyen aşka, bilinen bir kuralın kesinliğinden hareketle belirginlik kazandırma yoluna girer. Matematiğin kesinleşmiş kurallarını vurgular öncelikle. Dünyadaki her şeyin bir nedeni, sonucu, işleyiş biçimi ve süreci vardır. Bu yüzden, üç kere üç dokuz eder şeklindeki kesin bir matematik kuralından yola çıkar. Sonrasında, birin karesi birdir / kare kökü de / bilirsin / “mutlu aşk yoktur” diyerek, aşk için kesin bir yargıda bulunmuş gibi görünür. Dikkat edilirse tırnak içindeki bu dizenin bir alıntı olduğu göze çarpar. Gerçekte burada, Mutlu aşk yok ki dünyada adlı şiirin şairi Louis Aragon’a bir göndermede bulunmaktadır.”
Klişeye Karşı Necatigil
Mehmet Narlı, Hüseyin Cöntürk’ün bir yazısından hareketle; Necatigil ve klişe merkezli bir yazısı ile Hece’de. Özellikle günümüz şiirinin çıkmazlarını düşündüğümüzde ve “özgün”olmak için farklı olma yolları ararken kendisini ve yazdığı şiiri zıvanadan çıkaranların bu yazıyı mutlaka okumaları gerekiyor.
“Cöntürk’ün Necatigil’de varlığını işaret ettiği ilk şey aynı zamanda iyi şair olmak için gerekli gördüğü iki özellik: Klişe bir dille yazmamak ve yeni bir şeyler getirmek. Aslında klişe dilden kurtulmak, yeni şeyleri de zorunlu olarak beraberinde getirmektedir. Cöntürk, klişenin ne olduğunu tanımlayıp açıklamıyor. Dönemin edebiyat ve yenilik tartışmalarına bakıldığında düzenli düzensiz, derinlikli veya yüzeysel bazı yazı ve tartışmaların bu konuya değindiği; birçok şairin klişe bir dil kullanmakla suçlandığı görülüyor. İhtimal Cöntürk de bu yüzden klişe kavramını açıklamaya gerek durmamıştır. Ama Necatigil’e klişe dil ve yenilik bağlamında bakarken klişeden ne anladığı çıkarılabiliyor. Necatigil’in klişeden kurtulmak için kullandığı teknikler “iki yöne eğdirerek yazma”, “araya sıkıştırarak yazma”, kırpık, budanık, eksik yazma”, arkadan ekleyerek yazma”, “keserek yazma” olarak belirlendiğine göre klişe, kelime veya mısra halindeki göstergelerin tek boyutlu işaretler taşıması, tek bir şeyi çağrıştırması, tek bir iletiyi veya anlamı taşımasıdır. Aynı zamanda mısranın bu “tek”likler dolayısıyla kapalı bir gramatikal yapıya sahip olmasıdır. Öznesi, yüklemi, tümleçleri olan hatta noktalamaları da yerli yerinde olan ve günlük iletişim dilinde anlamı tamamlayıp kapatan mısralar klişedir. Tamlamaların aitlik ve nitelik bildirmelerini tekdüze şekilde kullanmak, bilinen mecazları tekrar etmek, günlük dilde ve edebî dilde ortak anlamlar kazanmış sembolleri biteviye kullanmak klişedir. Örneğin Necatigil, “Çökmüş siperlerden kurtulan yorgun/ Askerleri düşün/ (Evler 27); “Saçları, elleri karanlıklara/ Düşünce: Kaçsa mı, görse mi? (Yaz 32); “Yine yanımızda gibi uzaklara/ Bırakılmış bir kedi (Yaz 25) mısralarını “keserek” yazmıştır. Oysa bunlar “Çökmüş siperlerden kurtulan/yorgun askerleri düşün/ Saçları, elleri karanlıklara düşünce:/ Kaçsa mı görse mi?/ Yine yanımızda gibi/ Uzaklara bırakılmış bir kedi” şeklinde de yazılabilirdi. Ama o zaman şiirde klişeler bulunurdu ve örneklenen mısralar dilbilimsel ve anlamsal açıdan tek boyutlu kalırlardı.”
“Necatigil’in klişeden kurtulmak için en çok kullandığı tekniklerden biri de “kırparak yazmak”tır. Necatigil, kelimeleri, cümleleri hatta noktalamaları da kırpmakta, budamaktadır. Cöntürk, bu teknikle ortaya çıkan dil kullanımlarını, şiirde etkin olan iki dil, “kelime dili” ve “noktalama dili” olarak adlandırıyor ve bunu Necatigil’den öğrendiğini söylüyor. Şiir okuru, önce bütün şiir metinlerinin usulüne göre noktalanmasını görmüş ve alışmıştır. Sonra hiç noktalama kullanılmamış, okur noktalamaları kendisi okurken eklemiş ve buna da alışmıştır. Ama Necatigil’de durum farklıdır; o hem noktalamayı kullanmakta hem de bu konuda kırpmalara gitmektedir.”
Şiir Çevirisi Üzerine
Edebiyat dünyamızın çevirilerle ilgili sorunları olduğu aşikâr. Özellikle son yıllarda “işi ucuza getirmek için” dil bilen rast gele kişilere yaptırılan edebî eserlerin çevirileri ne yazık ki eseri aslından uzaklaştırmakla kalmıyor esere de büyük bir haksızlık yapılmış oluyor. Yabancı dil bilen herkes edebî eser çevirisi yapabilir mi? Yaptığı eser karşılık bulur mu? Tüm bunları; edebiyatımızda kabul gören ve görmeyen çeviri eserlere dikkat ettiğimizde çok iyi anlayabiliriz.
Şeyma Karaca Küçük; çeviri, çevirinin hassas dengeleri gibi bir girişten sonra iki eser iki çevirmen üzerine yoğunlaşıyor yazısına. Örneklerle, cümle aralarında dikkat çeken notlarla şiir çevirisinin incelikleri üzerine notları ekliyor.
“Şiir çevirisi, kaynak metin ve erek metin arasında bir bağ örmek ve bunu yaparken kaynak metni erek metne aktarmak yönüyle sanatsal faaliyet gerektiren bir süreçtir. Bu süreçte biçim ve anlama dair unsurlar çevirmen tarafından ince bir elekten geçirilir. Kimi zaman biçim kimi zaman anlam bazen de her ikisi birden elenmek için çok büyük hale gelebilir. Bu yüzden erek metnin okuyucusuna sunulan çeviri, tıkanıp hazmedilmesi zor bir hale dönüşebilir. Dolayısıyla çevirmeni şiirden tat almamızı sağlayan biri olarak görmeden önce mutfağında hangi malzemeyi kullanacağını iyi bilen bir şefe benzetebiliriz.”
“Modernist şiirin öncülerinden olan Eliot’ın Bütün Şiirleri’ni (Everest Yay, 2018) Samet Köse, Pound’un Kantolar (YKY, 2020) adlı şiirini ise Efe Murad, Türkçeye çevirdi. Bu çeviriler şüphesiz edebiyatımız açısından büyük bir kazanım oldu. Ancak her iki şairin isimlerinin dünya edebiyatında olduğu kadar kendi edebiyatımızda da zikredilmesine karşın şiirleri üzerine derinlemesine çalışmalar yapıldığını söyleyemeyiz. Bunda en büyük etkenlerden birinin şimdiye kadar bu şiirlerin çevirilerini bir bütün halinde görmeyişimiz olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla söz konusu metinlerin uzun ve meşakkatli bir süreç sonunda çevrildiklerini tahmin etmek çok da zor değil. Bu yüzden gurme bir okur önce çevirmenle ilgili birtakım bilgilere gereksinim duymalı.”
“Eliot’ın şiirlerinin çevirisine dönecek olursak; Köse’nin de sözcüğü sözcüğüne bir çeviri stratejisi uyguladığını görürüz. Kaynak metinde kurulmaya çalışılan iletişimsel değeri erek metne aktarmaya çalışan Köse, anlamsal bütünlüğe riayet etmiş. Ancak şiirlerde yer alan bazı farklı dillerdeki alıntıları çevirmeyi uygun bulmuş. Örneğin “Mr. Apollinax” adlı şiirin başlığının hemen altında Lucian’a ait olan Yunanca epigraf Türkçe’ye çevrilmiş. Bu tercihi güçlendiren sebebin şairin kendisinin de dizelerinde anlamı netleştirmek için dipnotlara yer vermesi olduğu düşünülebilir. Zira Eliot, özellikle Çorak Ülke’yi yazarken anlamı daha belirgin kılmak için çoğu dizeye dipnot düşer. Bu anlamda Pound’un ve Eliot’ın şiirleriyle kurmaya çalıştıkları niyetlerinin çeviri metinlerine de yansıdığını ve çevirmenlerin nasıl bir strateji uygulayacaklarına dair karar verme sürecini etkileyebileceğini söylemek mümkün.”
İstiklâl Marşı’nı Evrensel Kılan İlke: Hakka Tapmak
Bu sene Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı ile yazıları sık sık okumak gerek. Özellikle ehil kalemlerden gelirse bu yazılar hassas dengelerin nasıl olup da göz önüne alındığına şahit oluruz. İbrahim Demirci, İstiklâl Marşı’nın kalbi olan bir ifadeyi taşımış yazısına; Hakka tapmak.
“Mehmed Âkif ’in “hakka/Hakk’a tapmak” ile istiklâl/bağımsızlık arasında kurmuş olduğu bağ, adaleti mülkün temeli sayan toplumsal ve tarihsel bir gereklilik ve geçerlilik olduğu kadar, özgürlüğü aşkın hakikat karşısındaki eşitlikte gören yüceltici bir düşünsel yaklaşımdır. Bu yaklaşım, felsefi bir fantezi değil, duyuş, düşünüş ve davranışı belirleyen ve kuşatan vazgeçilmez bir ilke niteliğindedir.
İstiklâl Marşı, yüz yıl önce belli tarihsel koşullarda kaleme alınmış ve o dönemden izler taşıyan bir metin olmakla birlikte, evrensel boyutlar da taşımaktadır. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” cümlesini Türk kimliğiyle söyleyebileceğimiz gibi insan kimliğimizle de tekrarlayabilir ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Belâ / Evet!” cevabını vererek Hakk’ın dışında hiçbir otoriteye boyun eğmemek için verdiğimiz sözü, Elest Bezmi’ni hatırlayabiliriz.
İstiklâl Marşı’nda geçen “kahraman ırkıma bir gül”, “ırkıma yok izmihlâl” ifadelerini göstererek Mehmed Âkif’in Türk milliyetçiliğine dönmüş olduğunu söyleyenler, o tarihlerde Türk çocuklarının “Âdem’in zürriyeti”nden, “İbrahim’in milleti”nden ve “Muhammed’in ümmeti”nden olmayı öğrendiklerini ve benimsediklerini ihmal ediyorlar.”
Şiir Hâli
Faruk Uysal, geçen ay ele aldığı konuya bir sorudan hareketle bu sayıda da devam ediyor. Yazının merkezinde şu var; şiirde önce ses mi yoksa düşünce mi gelir? Yani melodiden sözcüğe, oradan da şiire varılır mı sorusunun cevabını arıyoruz bu yazıda. Ben, Uysal’ın bu yazılarının günün birinde “Genç Şairin El Kitabı” olarak kitaplaşmasını bekliyorum. Özellikle gençlerin alt alta yazdıkları her cümle yığınını şiir olarak kabul ettikleri bir dönemde bu tür yazılara çok ihtiyaç var.
“İnsanın kuşlarla, daha doğrusu uçan canlılarla akrabalığı hakkında herhangi bir bilgim yok. Ama insanın uçabilen bir canlı olduğu malum. Hem de iki kanatlı. Eskiler buna “zülcenaheyn” demişler. Bir kanadını akıl, mantık ve düşünce oluşturur; diğer kanadını aşk, duygular, sezgiler ve delilikler oluşturur. İnsan, bu iki kanadıyla birlikte insandır. Bir kanat diğer kanattan daha az ya da daha çok önemli değildir. Üstelik de bu iki kanat, birbirini denetler ve dengeler. Akıl ve mantık ihtiyatı söyler, ama riski üstlenmeden hangi gerçek atılımı yapabiliriz? İtidal ama nereye kadar; dünyanın merkezinde olduğu gibi insan içinde hep bir yangın bulunmaz mı? Fiziksel ve sosyal mesafeye evet ama arkadaşlık, dostluk ve sevgi bağlarımızdan vazgeçebilir miyiz?
Edgar Morin diyor ki, “Şiiri sadece edebî bir ifade biçimi olarak değil; katılımdan, coşkudan, hayranlıktan, duygu birliğinden, sarhoşluktan, taşkınlıktan ve tabii ki ‘ikinci hâl’in tüm ifadelerini içinde barındıran aşktan gelen bir ‘ikinci hâl’ olarak kabul ediyoruz.”
Şairler, Edgar Morin’in “ikinci bir hâl” dediği bu şiir hâlini kuşanmak konusunda kararlı ve istekli olmalıdır. Bunun yanında aklîlik ve mantıkilik olarak ifade edilebilecek olan “birinci hâl”i de dışlamamalıdır. Dahası bu iki hâl arasındaki diyalojik gerilime kendilerini sürekli açık tutmalıdır.”
Hece’den Şiirler
Bir yağmurun tarihi yanlış toprağa
dokunsa nehirler kurur.
Nehirler
kurumadan yetişsem…
Cennetin bağrından kopup gelen suyla
Cehennemi söndürmek için abdest alsam zindanda
elim bir meleğin eline değse de kapılsam gitsem.
Süt Nehri’ni, Bal Nehri’ni, Şarap Nehri’ni
arıyorum, gördünüz mü hiç?
Nerde büyük Su Nehri?
İlim Nehri, İrfan Nehri, Aşk Nehri, Hayat Nehri
kurumuş olamaz biz sürgündeyken.
Dünya Cenneti mi kurutacak onları?
Dünya Cenneti’nin nehirlerinde bentler mi kuruldu
büğetler, kanallar, köprüler, geçitlerle
yataklarına mı girdik bu taraftaki nehirlerin?
Balıklarını mı yok ettik?
Bize nehirleri bağlayan, bize nehirlerini açana
biz isyan ederek mi karşılık verdik?
Bu yol korkarım isyana çıkar!
Ömer Aksay
Ey nedenlerin kayıplarını yığınla örten toprak gözlerini aç
Sonra uğurla bizi sevinçle uğurla revan olamadığımız yollara
Uzanalım, tepeleri inleyerek uluyan bir kış manzarası bahşet
Karmaşanın sinematografik ünleyen büyüsünden mil çek gözlerine
Başa dönelim o alıntıladığımız başlığa: Gırtlağımda bir kıymık var
Seni orada tutan, çalıntı bir aşkın kim bakar dünya durdukça
Hava bir hançer su bir hançer ve aşk bir hançer biz hep sınırda yaşadıkça
Vural Kaya
Bir bardak su versene
Parmaklarımın ucunda atıyor kalbim
Güneş doğmak üzere yoksulluğumun üstüne
Bu sokak yürüdükçe uzuyor
Saçların durmadan beyazlaşıyor
Yazdıkların uzun bir hikâye için bağlanıyor
Aklın odalarında dolaşıyorum
Kelimeler bir fener sanki önümde yürüyen
Tarih yırtılıyor yaşadığım toprakların ortasından
Parmaklarımın ucu yara
Halil Güney
Geçmiş zamanların göğsümde biriktirdiği hüzün:
Yarama bir tutam tuz. Ve yandım.
Yüzümü döndüğüm bütün nurların toplamı sen etmiyor.
Sana ve yürüyüşüne denizler dolusu mürekkeple yazsam şiir
İçimdeki acziyet duygusu gitmiyor.
Görkemin; saçlarının arasından, kimsesiz sokaklarda yürürken
Ateşler fırlatıyor arkandan bakakalmış o çocuğa.
Başarmaya ramak kalmışken o şarkıyı en güzel şekilde söylemeye
Neydi eksik olan?
Ve bütün başarılarımın toplamı
İnan unutabilmem içindir o başarısızlığı
Yavuz Balı
Memur, kokmuş bir cesedi sürüklüyor mesaiye giderken
Cebinde her daim eprimiş bir dilekçe
Ne çantasında Çehov, ne paltosunda Gogol
Dilinde patlamaya hazır mermiler
Memur, taksitli ölümlerin müellifi
Her gün bir çivi zorluyor bedenini
Yüzünden bir isyan taşıyor sokaklara
Bir köşede yığılıp kalıyor, infilak ediyor kalbi.
Kenan Yusuf
Lamure Yeniden
Bir dönemin en klas dergilerindendi desem Lamure için çok da itiraz eden olmaz. Özellikle özel sayıları ile adından söz ettiren, özgün bir duruşu olan dergi şimdi tekrar edebiyat dünyamızdaki yerini aldı. İçtenliği ve özgünlüğü ile varlığını hissettirecek işlere imza atacağına gönülden inanıyorum derginin. Çünkü bunu sağlayacak bir ekip ve alt yapı var.
Derginin genel yayın yönetmeni Bilal Özbay’ın giriş yazısından;
Son çıkardığımız sayının ardından üç yıl gibi bir zaman geçti. Yeterince dinlendik, şimdi yeniden yazma, üretme zamanı geldi diye düşündük. Bu zaman zarfında dünya çok değişti, tabii insanlar ve yaşamlar da değişti, dönüştü. Savaşlar, ekonomik bunalımlar aldı başını gitti, Pandemi tüm insanlığa “DUR” dedi. Dur ve düşün!
Uzun süren bir ayrılıktan sonra yeniden karşınızda olmanın heyecanını yaşıyoruz. Bu sayımızın konusu kadın; kadına karşı işlenen suçlar şiddetin ötesinde cinayetlere kadar varıyor. Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri her gün kadına karşı işlenen şiddet haberleriyle dolup taşıyor. Biz de Lamure Dergisi olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesi ile kadının Türk edebiyatındaki yerini dosya konusu yaparak duruşumuzu göstermek istedik.
Vurun Kahpeye
Lamure’nin kapağı mart ayına yakışan bir incelikte… Halide Edip Adıvar, Vurun Kahpeye, Kadın ve Edebiyat vurgusu ile çıktı dergi. Birçok yazı ile “kadın” ele alınıyor dergide. Deniz Çömez; Halide Edip Adıvar ve Vurun Kahpeye romanı ile ilgili kaleme aldığı yazı ile Lamure’de. Adıvar’ın biyografisi ve Vurun Kahpeye romanı ile ilgili bir değerlendirme yer alıyor yazıda.
“Halide Edib Adıvar’ın ikinci romanı Vurun Kahpeye ismini taşımaktadır. 1923 yılının sonlarında Akşam gazetesinde tefrika edildi. 1926 yılında ilk defa kitap olarak yayınlandı. 1949, 1964, 1973 yıllarında aynı isimle beyazperdeye uyarlandı. Konusunu Millî Mücadele günlerinden alan romanda, idealist İstanbullu öğretmen Aliye’nin Anadolu’da bir kasabaya gidişi ve bölgede Millî Mücadele hareketine desteği anlatılır. Romanda bölge halkının Millî Mücadele’ye bakışı ve bu mücadelenin sembolü konumuna gelen Kuvayımilliye’nin oluşumunun yanı sıra çözülen Osmanlı devlet mekanizmalarının temsilcileri ve eski düzen karşıtları aktarılır.
Vurun Kahpe’ye, yalnızca yukarıda saydığım konuları barındırmaz. Cumhuriyet Dönemi’nde kadına yönelik şiddeti, son derece açık bir şekilde gözler önüne seren önemli bir eserdir. İdealist öğretmen olan bir kadının (Aliye) görev yerine gitmesiyle yalnızca yüzünün açık olması münasebetiyle Fettah Efendi’nin onu yaftaladığı “Kahpe” sıfatı şiddetin başlangıcıdır. Hüseyin Efendi’nin eksik etek yakıştırması ise bu şiddetin devamı niteliğindedir. Eğer bu eseri okursanız kadını aşağılamanın sadece karşı cinsten gelmediğini, kadınların; erkeklerden öğrendikleri şekilde, zayıf olan hemcinslerini küçük görmekte, aşağılamakta olduğuna şahit olacaksınız. Sırf güzelliğinden ve yüzünün açık olmasından dolayı dedikodulara malzeme olan kadını ve onun toplumda var olma mücadelesi verirken aslında ölüme itilişine tanıklık edeceksiniz.”
Kadın Gibi Kadın
Seçil Çolak’ın Kadın gibi Kadın yazısı da 8 Mart’a uygun bir içeriğe sahip. Kadınlar, haksızlıklar, zulümler ve hayata dair yarım kalan her şey.
“Devrik cümlelerimde bulacaksınız beni. Hikâyemi ise milyonlarca kadında… Elif benim ismim. Otuz bir yaşındayım. Edirneliyim, Edirne’de yaşıyorum. Beş yıldır bilindik bir gıda mağazasında çalıştıktan sonra mağaza müdürü oldum. Ancak hikâyemin ne ismimle ne yaşımla ne memleketimle ne de işimle bir ilişiği var. Beni ve benim hikâyemi bulacağınız milyonlarca kadının tek bir ortak payı var o da kadın olmak, tek bir paydası var o da hayat, tek bir böleni var o da cinayet… Hikâyemde değişkenlerin önemi yok. Kadınsan tutunamıyorsun yeryüzünde ve evet cinayet… Ne denli duyarsızlaştık bu cinayet, tecavüz haberlerini duymaya.”
“Ben merak ettiğin cinayet hikâyemi anlatmayacağım. “Ölmek istemiyorum!” demek için yazıyorum. Bu satırları yazabildiğime göre hala cinayete kurban gitmemek için bir şansım var diye yazıyorum. Kaderimin milyonlarca kadınla ortak olmaması için küçük bir umudum var diye yazıyorum. Kimse milyonlarca kadını geri getiremez ama herkes bu milyonlarca kadına bir yenisi daha eklenmesin diye elini taşın altına koyabilir. İşte bu yüzden yazıyorum ve sen işte bu yüzden okumalısın, okutmalısın. İşte bu yüzden daha çok olmalıyız. Ölmek istemediğimiz için. Bir kadın olarak bilmek isteyenler için son birkaç kelamım daha olacak. “Kadın sevgi ister, değer görmek ister. Sevdiği yürekte güvende olmak ister. Sevgi can yakmaz, sevgi huzursuz etmez, sevgi güven kırmaz, sevgi aldatmaz, sevgi aşağılamaz, sevgi incitmez, sevgi salt sever. Kadın salt sevgi ister.”
Yesevî Lisanı
Ahmet Yesevî’yi anlamak için onun gönül dünyasına girmek gerekir. Anadolu’nun İslamlaşması’nda en önemli pay sahiplerinden biridir Ahmet Yesevî. Onu anlamak için gönül dergâhının kapısından girmek gerek. Bu da sevgiyle ve muhabbetle olur. Selçuk Alkan, Yesevî’nin çağları aşan lisanını konu etmiş yazısında.
“Türklerin İslâm’ı kabul etmeye başladığı ilk dönemlerde, zengin Türk tefekkürünü İslâmî düşünce tarzına adapte ederek onun daha iyi anlaşılması, tanınması ve kabul edilmesinde büyük katkısı olan kişi şüphesiz büyük Türk İslam düşünürü ve tasavvuf ehli Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevî’dir. Onun öğretileriyle Türkler; İslam’ı daha iyi anlamışlar, kendilerine yakın ve sıcak görmüşler, böylece akın akın İslam dinine geçmişlerdir. Belki de Türklerin toplu hâlde İslam’ı sevip kabul etmelerinde Ahmed Yesevî en önde gelen kişi olmuştur. Ve onun öğretileri; Turan’ı, İran’ı aşmış, onun talebeleri ve yolundan gidenleri vasıtasıyla Anadolu’ya ulaşmış ve hatta burayı da geçerek Balkanlar’a kadar gitmiştir. Ahmed Yesevî’nin hikmetleri, aynı zamanda Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiştir.”
“Ahmed Yesevî; Türk adet, töre ve geleneklerinden İslam dinine uygun olanları çok güzel sentezleyip, Türklerin İslam’a ısınmalarını, bu dini sevmelerini ve toplu hâlde bu dine geçişlerini sağlamıştır. Onun hikmetlerinden derlenen Divan-ı Hikmet, Türklerin rahatça okuyup anlaması bakımından çok önemlidir. Zira o dönemlerde İslam’ı Türkçe olarak anlatacak başka bir kaynak olmadığından, Arapça bilmeyenler ister istemez bu yönelişte yavaş kalıyorlardı. Ama Ahmed Yesevî, güzel öğütlerle hazırlamış olduğu hikmetlerini insanlara okuyup söyleyerek, İslam’ın hakikatlerini ve kurtuluşa erdiren müjdelerini Türklere kendi dilleriyle anlatınca iş değişti.”
Alp Yenier Söyleşisi
Alp Yenier ismini Masumlar Apartmanı ile birlikte daha geniş kitleler duymaya başladı. Yenier ile müzik serüvenini konu alan bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Sorular Ercan Akarsu’dan.
“Üretirken bir hazne var içimde ve o hazneden eksilip bitiyor biriktirdiklerim. O hazneyi yeniden doldurmak da yine inişli çıkışlı yaşamla elbette ama bir de takdir ve sevgiyle mümkün oluyor. Her yaptığımız beğenilecek diye bir kural yok muhakkak ama insanların beğenilerini bizlere sunmaları çok önemli, anlamları çok büyük… Yeniden üretmeye sebep oluyor. Çünkü o TV’deki yayın, sinemadaki gösterim, bizim bir nevi “konserimiz” aslında. Konser deyince öne çıkmak gibi anlaşılsın istemem bir benzetme sadece, dinleyiciyle buluşma diyelim :) Hikâyeye, görsele eşlik eden müzikleri biz de orda sunuyoruz insanlara. Yayından sonra sıkı takipçilerden yorumlar gelmeye başlıyor ve inanın inanılmaz büyük mutluluk oluyor bana. Yaptığınız işin insanlara ulaşması; evde tek başınıza, bir koltukta, karanlıkta yaptığınız bir bestenin, iç dünyanızın bir sürü insana dokunması, size teşekkür olarak dönmesi, ne kadar güzel denmesi tarif edilemeyecek kadar özel ve güçlü bir duygu. Benim müziğimle düğünde ilk dansını yapan bir çift, benim bu işi niye bu kadar severek yaptığımı hatırlatıyor bana. Çok teşekkür ediyorum o güzel insanlara. Üretebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Temennim ömrümün sonuna kadar böyle üretmeye devam edebilirim ve bunun olması için de elimden gelen her şeyi yapıyorum. Senaryoların etkisinde ne kadar kalıyorsunuz? Senaryonun etkisinde kalıyorum. Çünkü bizde patron öyküdür. Öyküye müziklerle eşlik ediyoruz. Ama senaryoda yaşananlardan söz ediyorsak, çok ağır sahneler dışında etkisinde kaldığım olmuyor günlük hayatımda. Mesela dün akşam “Kardeşlerim” dizisinin ilk bölümü yayınlandı ve bazı kısımlarında o acıları görüp sahnenin içine girmek isteyince çok zorlandım.”
Düş Çınarının Gölgesinde
Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri devam ediyor. Kişiler, yaşananlar ve mekânlar gözümüzün önünde adeta arz-ı endam ediyor.
25 Mayıs 2015, Pazartesi, 23.57
Günün hareketi bir Üsküdar dolaşması oldu. Yedi İklim dergisine 14.30 civarında vardığımda Şeref Akbaba bir sandalyeye oturmuş, karşısındaki kameraya bakıyor. Diyanet TV için Ramazan programı çekimi var. Daha önceden Mustafa Toprak ile görüştüğümüzde istişare ederek oruç hakkında, Ramazan hakkında bir söyleşi demişti. Bugün için kararlaştırıldı ve Yedi İklim dergisinde buluştuk. Oraya vardığımda Ali Haydar Bey köşesine çekilmiş. Demek ki onun çekimi bitmiş. Şeref Hoca güzel ve anlamlı bir konuşma yaptı, öğretmen vasfı da olunca rahat konuşuyor, bizim gibi değil haliyle. Onun çekimi bitince sıra bana geldi. Mustafa’ya yahu ben iyi konuşamam, benim bir yazım var onu okuyayım o olmazsa bir Naat okuyayım dedimse de olmadı. Sanki ben diğer arkadaşlar gibi düzgün ve ritimli konuşabiliyormuşum gibi sevgili Mustafa Toprak soruyu sormaya başladı…
27 Mayıs 2015, Çarşamba, 23.26
Biraz keyifsizim bu sabah. Sabah namazından sonra dışarıya şöyle bir göz attım. Sabahın huzuru, sadeliği, kendine güveni yok mu işte bu diyorum. Bir tazelik, bir rahatlık var havada, ağaçların yapraklarında bile bir sakinlik hali var. Bir yere gidip geldikten sonra, bir etkinlikten sonra bir ruhi yorgunluk çöküyor üstüme. Gece de öyle olunca rahat uyumak da mümkün olmuyor. Ağır rüyalar dahi yoruyor: yataktan adeta yorulmuş olarak kalkıyorum sabahları.
Tevfik İleri’den Mektup Var
Sadık Yalsızuçanlar’ın Tevfik İleri ile ilgili çok derinlikli çalışmaları var. “Bir Memleket Sevdalısı Tevfik İleri” kitabı da bu çalışmaların en güzel bir örneği. Lamure’de “Tevfik İleri’den Mektup Var” yazısı ile yer alıyor Yalsızuçanlar. Hayatının her anını özenle öğrenmekte fayda var İleri’nin. Özellikle gençlerin tanıyacağı isimler sıralamasının ilklerinde olmayı hak edecek bir mücadele adamı İleri. Eşi Vasfiye Hanım’a yazdığı mektuplardan örnekler var yazıda.
29. 11.1936 Dellal
Bu gece hava o kadar berrak, ay o kadar parlak ve güzel ki gökte bir tek bulut bile yok. Ay, karların üzerinde renkler oluşturuyor. Bu gece sen de bu güzel ayı gördün mü? Eğer sen de bu gece göklere ve aya baksaydın, ayın gözlerinde benim seni arayan sevgi dolu gözlerimi görürdün. Ne olur sevgilim. Böyle berrak ve güzel gecelerde aya bak. Ve orada göz göze gelelim.
14.8.1961 ( Eşine)
Sevgili, canım Vasfiye’m... Bu satırları sabah namazını beklerken yazıyorum. Nedense bu sabah biraz erken kalktım. Gecenin sessizliği ve karanlığında senin yıldızın öylesine parlak görünüyor ki, onu, seni, doya doya seyredercesine seyrediyorum. Vasfiye’m, sen ne güzel hayal ederdin. Yıldızlarda ve beraberce yaşamak ne güzel şey. Canım benim, dün çocuklarıma, Münevverlere, bir de Samsun’a yazdım. Gayet iyiyim. Ve Allah’ın hakkımızdaki takdirine, iyi veya kötü, tamamen kendimi hazırlamış vaziyetteyim. Görelim nasıl takdir etmiş, meraka değmez mi? Seni, yavrularımı, sevgilerle kucaklarım.
Eşyalar Gibi Duygular da Alışır Elbet Taşınmaya…
Bilal Özbay, duyguların ağır yaralı olduğu bir yazı kaleme almış. Hayatın nasıl aktığına ve duyguların bizi nasıl olup da mekânsız bir ruh haline şahit oluyoruz yazıda.
“Huzur; kendini rahatsız hissediyor, bir kelebeğe dönüşüyor, ömrü kısalıyor.
Biri, artık seni sevmiyorum, diyor.
Diğeri, buna bir anlam veremiyor.
Biri, bütün o eşyalarını duygularıyla birlikte toplayıp taşınıyor.
Sevgi taşınıyor,
Saygı taşınıyor,
Sadakat taşınıyor,
Güven taşınıyor,
Sorumluluk taşınıyor,
Aşk taşınıyor,
Diğeri dımdızlak ortada kalıyor, odalar gibi kalbin tüm duvarları da sessizleşiyor. Yalnız ve sessiz bir virane oluyor.
Zamanla perdeler çekiliyor, güneşlik kaldırılıyor, badana boya yapılıyor ve odanın sokağa bakan penceresinin camına “sahibinden kiralık” yazan bir yazı asılıyor.”
Lamure’den Öyküler
Mehtap Altan – Esna
“Güneşin şakağıma değen sıcağı, rayların üzerindeki kızıl kıyameti bir kat daha çoğaltırken eteğimin kenarına takılı kalan gelinciğin kopmuş yaprakları dikkatimi çekti. “Çiçekler intihar ederler mi acaba?” diye iç geçirdim. Yoksa solmamak için tutunurlar mı yaşam kokan bir eteğe?
Evimiz tren istasyonunun hemen dibindeydi ve bazen kendimi bulmak için rayların arasında öykülerini doğuran canlıları izlemeye giderdim.”
“Adı Esna, ruhu ne geleceğini gören ne de dünden kendini alabilen ay vurgunuydu o!.. Çocuklarının gamzelerinde alıp veren bir sus yetimiydi. Gözlerine ne zaman gözlerimi değdirsem, yangınlar çıkıyordu nasırlaşmış suskusundan.
Adı Esna, kapı eşiğinde pirinçleri ayıklarken hüzünlerinin arasında umudu arayan buğulu pencereydi o!.. Ayıkladığı pirinçlerin içinden çıkan her taş, onu umudunun dağlarına savuran bir kanattı. Yavrularının avuçlarını öptüğü her an, onun saçlarındaki tellerin anne anne atan nakaratını beslerdi. Çünkü her gece anne yüreği, insan yanı ve kadın rengi solardı, kocaman elli gölgenin kan çanağı gözlerinde.”
Meltem Terzioğlu – Hediye Paketi
“Kapı çalıyor. Gözlerimi ekmekliğin üstündeki saate çeviriyorum hızlıca. Akrep yedinin üstünde, yelkovan on ikiyi gösteriyor. Yaz vakti güneş erken batmayınca kocamın geleceği saati bir türlü hesap edemiyorum. “Kim o?’” diye sormak anlamsız. Gelen Yavuz’dur herhalde, diye söyleniyorum kendi kendime. Geç bile kalmış. Nedenini merak etmiyorum. “İşler ucu ucuna da olsa yetişseydi bari. Şimdi söylenip duracak, vay halime.’’ diyerek yarım kalan salataya dertleniyorum. Dilimleme bıçağını doğrama tahtasının kenarına bırakıyorum. Kapı bir kez daha çalıyor. ‘’Geldim!’’ Soğandan yaşaran gözlerimi üst koluma bastırıp gözyaşlarımı siliyorum. Tokalı ev terliğimin gittikçe artan sesi kapının açılacağını haber ediyor. Nihayet kapıya ulaşıyorum. Kapıyı açıyorum.”
“Jelâtin poşetin hışırtılı sesinden başka bir şey duyulmuyor. Doğrama tahtasının kenarındaki bıçağı sıkıca kavramış, hediye paketini büyük bir heyecanla açmaya çalışıyorum. Bir orasına bir burasına aldığı darbelerle kevgire dönen paket halsiz düşmüş. Dili olsa “Yeter!” diye haykıracak. Piyazlık doğranmış soğanlar kendinden geçmiş.”
“Toprağın dibine gömülen özgürlüğüme sarılmış bir halde buluyorum kendimi. Kemiklerim ağrıyor sıkışıp kaldığım bu yerde, tabutun içinde. İsli, nemli, rutubetli… Beni buraya koyarken rızamı alan olmuş mu sanki? Sesimi duyan var mıydı? Fikrimi soracak olsalardı benim için biçilen adı kulağıma fısıldadıklarında razı gelmezdim onlara. Sefalet, Sefalet, Sefalet… Dualarda adımı zikretmesinler, istemem. Yabancısıyım kendisinin.”
Adem Özbay - Kayıp Hikâyesi Ömrümüzün
“Âdem, dedemden miras. On aylık oğlunu sırtında taşırken dünyaya getirdiği ikinci oğlunu, eltisinin hırçın kollarına terk ettiğinde; annemin çaresizliğinden müphem bir yalnızlıkta beni kaybettiğini gören dedem için cennetten kovulmuş bir Âdem’imdir ben. İğreti bir beşiğin içinde açlığında ve ne olursa olsun hiçbir ihtiyacında gözyaşı dökmemeyi öğrenirim hemen sonraları. Ağlamanın ve dövünmenin tek bir faydası gelip dokunmaz alnıma müşfik elleriyle. Koskocaman bir dünyada yalnızlığa boğulan Âdem’den sonra bir metrelik beşikte uçsuz bucaksız bir yalnızlıktır payıma düşen. O zamanlar hudutlarında fiyakalı haydutların dolaştığını keşfedemem henüz. Yalnız, nasıl acınır bir insana okurum insanların gözlerinden. Bir bakışıyla teselli veremeyeceğine inanan kadınlar kendi çocuklarından bile çoklukla sakındıkları sütlerini uzatırlar hemencecik ağzıma. Çünkü açlık, kudurmuş bir nefer gibi saldırtır bebekleri ve yaralar sarar meme uçlarını. Onlarca sütannem nerden bilebilirlerdi ki yıllar sonra insanların acımayı yitirip sadece sahtekâr kelimeleriyle yanı başımda tesellide olacaklarını.”
“Unutkanlığın galip geldiği bir çocukluk hatırası gibi.
Belki senin de bir kayıp hikâyen vardır: Hepimizinkinden biraz az ya da biraz çok. “Yaz gelince heveslenir bitersin / Güz gelince yaylalara göçersin / Bilmem niçin boynun eğri tutarsın / Senin derdin benden beter menevşe.” deki gibi.
Kim bilebilir ki senin de kalbinde, haritası gözyaşlarında gizli bir gömülü hazine misali hikâyelerinin olmadığını...
Anlatmaya dilinin yanaşmadığı.
Ya da yâd etmeye, kalbinin dayanmayacağı...
Şener İşleyen – Tek Taş
“Simsiyah ve beline kadar uzanan saçlarının arasından görünen yüzünde, garip ve tatlı bir gülümseme ile parıldayan gözleri, ona bakıyordu. Bu ani göz göze gelmenin ardından Kavita’nın dudakları titriyor, ışıkta parlayan gözlerinde konuşulmamış kelimeler, aralarındaki birkaç metrelik mesafede derinliklere akıyordu.”
“Defalarca yanına gelerek, kâh geçip kâh geride kalıp, sağ camdan dışarıyı izleyen Kavita’yla kaç kez göz göze geldiğini tek tek saymış ve o gözleri iyice hafızasına kaydetmişti. Tek amacı bu değildi elbette… Kavita’nın kaldığı yeri öğrenmekti asıl niyeti. Nihayet sıradan bir öğrenci yurdunun önüne geldiklerinde, Kavita arkadaşlarıyla beraber indi lüks arabadan. Arkasına dönüp baktığında, sarı renkli ticari taksinin biraz geride park etmiş olduğunu görünce, arkadaşlarına; “Siz geçin içeri, ben birazdan geliyorum” diyerek araca doğru yürümeye başladı. Onu gören Sinan da hemen arabadan inerek, ona doğru ürkek adımlarla ilerliyordu.”
“İdam kararımı okurken öğrendim dudağından, gerçek adının Sultan olduğunu… Belkıs’ın altın kubbeli sarayından kovulmuş Süleyman gibi, kuşların ağıtlarından öğrendim kalbinin Belkıs sarayı olduğunu… Sodom’un, Gomore’nin,Semud’un, Pompei’nin üzerlerine dökülen kızgın lavlardan püskürttü üzerime. Atıldım, sürgün edildim, zindanlara düştüm gözlerinden. Kirpiklerine kurulmuş mancınıklardan fırlattı beni nefret ateşlerine. Yasaklandım teninden, ellerinden, dudağından. Ben de ona yasakladım hayatımı artık. Girmesin ki kovulmasın bulunduğu yalancı cennetten gerçek dünyaya diye…”
Lamure’den Şiirler
Sarı bir başağın rüyasından
Ocak başında
Gelecek kurar bir kadın
Kadın ki anadır
İnce uzun bir nehirden geçmiştir
Köprü ortasında bekleyip
Sulara bırakmıştır bütün hikâyesini
Uyusa kıyametler kopar gözlerinde
Çocuğunun ağladığı gece
Mustafa Özçelik
Senin eğilince kalbin benim parmaklarım
üşür
Nasıl bilmezsin kadife örtülü parmaklarım
Her vardiyada nöbet değiştirmesin diye
Dallarımı hırpalasa da damarından akan
Ağrılı kan bu benim ilk ve son suçum olsun
Ama yeter ki sen gitme duası dilimin
Boş verdiğimiz dolu zaman bardaklarında
Göğü parçalayan bir narayla tutuşuyorum
O yüzden ilk söylediğim yalanla
Yüzleştiriyorum işitirsin dürüstlüğümü
Uzaklardan kulağına çalınır bir türkü gibi
Ölüleri yıkamadan defnediyorlar artık
Teneşirler tüneği avare martıların
Sürpriz bir finale doğru koşuyor insanlık
Ben duruyorum salgınsa salgın sen yoksan
Neye yarar güvenli bölgede oluşum
Özcan Ünlü
Ve düşürmek yastıklardan başını ve kahvelerden falı alıp
Ve düşünmek günlerden rüzgârı, mevsimlerden karı
Yanına varıp kentlerin en uzağına ve alışmak kayboluşuna sokağın
Budaksız ağaçlardan tırmanmak göğe
Aldırışsız yapraklardan adımlayıp dört yolu
Giderek dinginleşiyor sesler, kısılıyor
Kalem hızıyla değmekte şiir
Işığa, ışığa hem boşluğa
Vazgeçişler bundan ve yerinde kalmalar
Aşina bir toprağın sıcağına sarılarak
Güvenli mi güvensiz mi sorgulamadan
Çünkü sorgu sarsar imanı öyle kadercidir bir kadın
Nasıl küfreder bileziklerine
Nasıl kızılcık şerbeti tükürmez mor dudağından bir kadın
Hayır demek gülümsemeli
Ağzında cennetin saçakları…
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Mahfel’de Edebiyat ve Sinema Dosyası
13. sayısını Edebiyat ve Sinema dosyası ile çıkardı Mahfel Dergisi. İstikrarlı ve sürekli yükselen bir grafiği var Mahfel’in. Edebiyatı ciddiye alan, yaptığı işten keyif alan ve dergisini önemseyen genç bir ekip var derginin çevresinde. Bu da dergi için büyük kazanç. Yeni katılan isimler, seri yazılar, poetik ve kurgusal metinler dergiyi ayakta tutuyor. Kalıcı işlere imza atacak bir azim görüyorum Mahfel’de. Yenilenen mizanpaj ve kapak da dergiye ayrı bir hava katmış.
Edebiyat ve Sinema dosyası oldukça zengin bir içerik ile okuyucuları bekliyor. Ben dosyadan birkaç yazıyı buraya alıyorum. Devamı Mahfel’de.
Edebiyatın Gözü
Sevgi Tayhan, sinemaya aktarılan edebî eserlerden bahsediyor yazısında. Böyle bir gerçek sadece bizde değil dünya sinemasında da var. Ellerindeki malzemenin yetersizliğini bilenler bir derya gibi sonsuz nimetler sunan edebiyat dünyasına dalmayı sık sık tercih ediyorlar. Bunun örnekleri geçmişte de vardı günümüzde de devam ediyor. Tayhan, örnekler eşliğinde edebiyat-sinema buluşmasını anlatıyor.
“Filmleri izliyoruz, ağlıyoruz, gülüyoruz… Peki, bu filmlerin arka planında neler oluyor? Gelin, filmlerin sahne arkasına bakalım. Sinemayı tek başına düşünmek ve anlamaya çalışmak, onun varoluşuna aykırı bir durumdur. Sinema, disiplinlerarası bir çalışmanın ürünüdür. Bir film, perdeye gelene kadar birçok sanat dalıyla ve alanla alışveriş içerisine girer. Sinemanın ilk adımı, metin yani senaryodur. Senaryo yazımı birçok disiplinle ilişki içerisindedir ve edebiyat, bunların başında gelmektedir. Edebiyat, sinemanın hazır malzeme deposu olarak sözlü ve yazılı birçok eseri kullanıma sunmuştur. Sinema bu depoyu her anlamda işleyerek, yeniden yazarak, dönüştürerek perdeye aktarmış, edebiyat eserlerini canlı ve sürdürülebilir kılmıştır. Sözlü ya da yazılı edebi eserleri senaryoya uyarlamak, yani onu görselleştirmek, metinlerarası ve göstergeler arası bir süreçtir. Sinema, öncelikle edebiyatın yazılı metinlerini kullanır. Tiyatro metinleri, romanlar, öyküler hatta şiirler...
Yıllar gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçsin ve hatırlayalım: 1960 yılında Kemalettin Tuğcu’nun aynı adlı eserinden Ayşecik, 1962’de Fakir Baykurt’un aynı adlı eserinden Yılanların Öcü, 1963’te Necati Cumalı’nın eserinden uyarlanan Susuz Yaz, 1965’de Orhan Kemal’in aynı adlı eserinden uyarlanan Murtaza, 1966’da Reşat Nuri Güntekin’in aynı adlı eserinden Çalıkuşu vs. 60’lı yıllarda daha birçok örnek vermek mümkün; şimdi biraz 70’li yıllara gidelim. 70’li yıllarda edebiyattan sinemaya oldukça başarılı ve kült eserler aktarılmıştır.”
Aamir Khan ve Sinema
F. Gözde Albayrak’ın yazısı tam anlamıyla edebiyat-sinema bağlamında olmasa da konunun merkezinde Khan varsa değinmeden olmaz. Sadece Hint sinemasında değil artık dünya sinemasında bir Aamir Khan gerçeği var. Onun yaptığı her film ses getiriyor. Yeni filmleri merakla bekleniyor. Onun adını sadece sinema dünyasında değil eğitim dünyasında da ölümsüzleştiren “Her Çocuk Özeldir” filmi üzerine yazmış Albayrak. Filmin içtenlikli bir tahlili olmuş bu yazı. Filmi bir kez daha izleme arzusu uyandırdığı muhakkak.
“Tembel, başarısız olarak nitelendirilen Ishaan, oldukça başarılı bir abiye; kuralları, başarıyı, disiplini her şeyden önde tutan birbabaya ve onun için üzülen ama harekete geçmekte yetersiz olan bir anneye sahip. Üçüncü sınıf öğrencisi ancak aynı sınıfı ikinci kez okuyor, yaşıtlarından geç öğreniyor, bu durum onun içine kapanmasına, sinirini dünyadan çıkarmaya çalışmasına neden oluyor. Kendini ifade edebildiği tek nokta ise, sekiz dokuz yaşlarındaki bir çocuğa göre muhteşem hayal gücüyle çizdiği resimleri.”
“Ishaan’ın keşfedilmesini sağlayan bir diğer cevher ise, yatılı okula geçici görevle gelen resim öğretmeni Ram Shankar Nikumbh. Çocukken kendisinin de disleksi olduğunu söyleyerek yalnız ve kenara itilmiş hissetmemesi için elinden geleni yapıyor ve öğrenmesi için Ishaan ile özel olarak ilgileniyor. Onu topluma kazandırmak ve kaybolan güvenini tekrar kazanmasını sağlamak için öğrenci ve öğretmen herkesin katılabileceği bir resim yarışması düzenliyor Ram. Öğretmen olmak değil, öğrencisinin hayatında iz bırakan bir öğretmen olmak zor diyebiliriz Ram’ın bu davranışının karşısında. Ishaan’ın babasıyla konuşurken verdiği bir örnekte Ram’a bir kez daha hayran oldum.”
Felsefe ile Komşu Edebiyatçılar VIII: Hakan Günday
Beyza Özkan’ın Felsefe ile Komşu Edebiyatçılar yazı serisini büyük bir merakla bekliyor, keyifle okuyorum. Edebiyat ve felsefenin omuz omuza ilerleyen yönüne özgün açılımlar getiren kıymetli yazılar bunlar. Bu sayının konuğu; Hakan Günday. Sadece edebiyat dünyasının değil sinema dünyasının da yakından tanıdığı bir isim Günday. Sinema-edebiyat- felsefe birlikteliğinin harmanlandığı yazıda eser ortaya koyarken gözetilecek hassas dengelere dair göndermeler de var.
Yazının ilk bölümündeki “yaratmak” üzerine ortaya konan düşüncelerin bir kısmına katılmamakla birlikte önemli gördüğüm bu yazıdan iki bölümü buraya alıyorum.
“Hakan Günday’ın yaptığı işlere ve ürettiklerine bakarak konuğumuz üzerine derinleşmekte bir sakınca görmeden sözü alıyorum. Günday, Hareket Halindeki Hayat, Tedxyouth konuşmasında “Yaza yaza, yazmanın ne demek olduğunu anladım. O zamana kadar susup tavana bakarak ya da konuşarak düşünmüştüm. İlk defa yazarak düşünmeye başladım.” Bu sözleriyle birlikte Günday için şunu söylesek yeridir: Hakan Günday, kendisinde bulunan düşünme olanağını gerçekleştirmek adına yazma eyleminde bulunmuştur. Nitekim bütün bir düşünce, eylem için var olmaktadır. O halde Günday’ın düşünme sürecinde yöneldiği eylem, yazma olmuştur. Bu eylemi gerçekleştirebilmesinde ona eşlik eden düşünme biçimleri de edebiyat ve felsefe olmuştur. Felsefenin nimetlerinden romanlarında işlediği problemler aracılığıyla faydalanmıştır. Kaldı ki, Hakan Günday’ın sinemacılığı da felsefenin emrine amade bir konumdadır.”
“Hakan Günday’ın kaleme almış olduğu Daha adlı romanı bugün halen okunuyorsa, Hakan Günday’ın edebî bilgisi ve Günday’ın edebiyat başta olmak üzere felsefe ve sinema gibi alanlara hâkimiyetinden gelmektedir. Günday, düşünme eylemini doğru yere aktarmayı öğrenmiş ve düşünmesini yazarak, felsefenin işlemiş olduğu problemlere eserlerinde eğilerek yazmıştır. Kendine özgü imge dili ve yarattığı kahramanlar, Daha’nın sinemaya aktarılmasına kapı aralamıştır. Günday’ın burada büyük şansı, bence ve bizce Onur Saylak gibi bir yönetmenle ve senaristle karşılaşmış olmasındandır. Onur Saylak ise Günday’ın eserinde sağladığı hâkimiyet ve filmi çekmesinin öncesinden getirdiği tecrübeleriyle Daha gibi girift bir romanı yetkin bir sinema diliyle film camiasına kazandırmıştır.”
Enver Gülşen ile Söyleşi
Muhammed Münzevî, sinema üzerine çalışmaları ve kitapları ile tanınan Enver Gülşen ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Gülşen’in özellikle sinemaya hakikat penceresinden bakan düşüncelerini önemli buluyorum. Söyleşide de bu noktaya değiniliyor.
Sinema ve hakikat size göre nasıl bir yerde birleşiyor?
“Bu soruyu “araştırmak” için şimdiye kadar üç kitap yazdım ve birisi beş cilt olacak olan iki kitap da yolda. Yani, çok kolay değil bunu birkaç cümleye sığdırmak. Önce, “Hakikat nedir, bizim neyimiz olur?”, sorusuyla başlayıp, neyi kaybettiğimiz ve neyi aradığımız meselelerine vereceğimiz cevaplarla sürdürülen ve en son da “film sanatının kendine has özellikleriyle” ya da bir kardeşimin söylediği tabirle “sinemanın zâtî sıfatlarıyla” birlikte düşünmemiz gereken çok kapsamlı bir arayışın sorusu bu. Zamanın ve mekânın ne olduğu ve kime emanet kılındığı sorularıyla beraber ele almamız gereken bir mesele.
Aslında “hakikatin” birleşmediği hiçbir şey yok dünyada; ama asıl önemli olan şey, o “birleşme” şeklini, ilgili sanat ya da düşünme biçiminin nasıl özümseyip hazmettiği meselesidir. İnsanı, “hakikat” diye bildiğimiz (ya da bilmediğimiz) şeye nasıl bir binekle götürmeye niyetlendiği... İşte tam burada her sanat ya da düşünme biçiminin kendisine has özellikleri ortaya çıkıyor. Bir retorik olarak hakikat söylemiyle mi, yoksa “bu dünyada şairce mukim olmakla” ilgili bir “hâl” ile mi ilgileniyoruz sorusu ve bizim kendi yolumuzun neresinde olduğumuza verebileceğimiz cevaplar, hangi sanat ya da düşünme biçimini seferber etmemiz gerektiği ile ilgili cevapları da belirler. Yani, film sanatıyla edebiyat, felsefe ya da sosyoloji yapmak istiyorsanız, yaptığınız şey kaynak israfından başka bir şey değildir. Zira film sanatını önemli kılan, bunlarda olmayan ve sadece film sanatının kendisine has özellikleridir. Ve bu özellikler, film sanatının “hakikat arayışı” anlamındaki araç, yöntem ve yolunu diğer her şeyden farklı kılar ya da kılmak zorundadır.
Zaman, mekân ve bir ontolojik mertebe olarak hayâl, film sanatının hem “malzemeleri” hem de hedefleridir. Mülk âleminden başlayan bir yolculuğu “melekût âlemine” taşımanın yolu da bu malzemeleri ve hedefleri “şaircesine mukim olarak” inşa etmekten geçiyor. “
Mahfel’den Bir Öykü
Haşim Çakır – Hayat
“Burası merkeze yetmiş kilometre uzaklıktaki bir köydü. Vesait sıkıntısı vardı. Kendi araban yoksa bu yol hiç çekilmezdi. Gelirken türlü sıkıntılar yaşamıştım. Eniştenin Toros garajda durmasına rağmen geleyim de alayım demedi. Gamsız. Neyse ki yolun başında iyi niyetli bir köylüye denk geldim de beni köye kadar bıraktı. Onun evi bayağı uzakmış teyzemlere. Aman aman iyi ki de o adama yakın değilim, deyip durdu yol boyu.”
“Herkes salondaydı. Yeni müdür kısa ve keldi. Orta kiloluydu. Daha fazla dikkat etmedim. Adı da… Şeyyy... Elindeki kâğıtları okumaya başladı. Her zamanki gibi boş lakırdılardan sonra bize döndü: “Yeni bir kural koydum. Bundan sonra sizin burada kalmanız tek bir şarta bağlı. Bu şartı sağlayamayan buradan defolur gider. Sağlayanlar ise burada barınmaya devam eder.” dedi.”
“Elinden bir tane ceviz uzattı. Ceviz mi, dedim. Tanrı aşkına! O an yanımdaki adamların tavırları bana karşı değişmeye başlamıştı. Bana tatlı tatlı sözler söylemeye başladılar. Özürler filan işte. Muavin yavaş adımlarla giderken ben de huzurevine giriyordum. O an muavinin bana göz kırptığını gördüm. Ardından kolunu uzatıp bana saatini gösteriyordu. Uzaktan pek seçilmiyordu ya, aklıma geldi hemen duvar saatine bakmak için salona koştum. Saat on iki idi. Vay be, dedim. Demek… Demek… Boğazıma düğümlendi birçok söz.
Muavin paraları toplarken, Songül Teyze nasıl geçti alışveriş, şu Duran emmine bir rahat vermezsin ki, diye şaka yollu takılıyordu. O an servisin içindeki herkes yüksek perdeden kahkaha atıyordu. Herkes ama herkes uzak perdeden bir kahkaha tutturmuştu.”
Mahfel’den Şiirler
İkinci Mermi
Süvari kahvelerin atı rahvan gider
Kurtları uyutmaz kuş taifesi
Leyla kül kokulu izmaritmiş rivayete göre
Sana ne sevgili tesbih böceği
Konuyu dağıtmayalım mevzumuz seçkin
Barınaklar yıkık ve soluk soluğa kaldı ülkümüz
Çıplak hayaletlerin izlediği
Tabloda bir medeniyet iskambil kâğıtlarından
Ne de olsa
Teşhir bizim işimiz hünkârım
Gazi Balcı
Nisyan
Nisyan ve tıpırtı
Yarından gelerek hâlbuki yüzüm
Kapılar nasıl duvarlaşıyor peşimiz sıra geçmiş
Yuvarlanıp gidiyoruz şükretmeli en çok da buna
Meşgulsem, yorduysam günü ve devirmişsem kadehlerini bekleşmenin
Omzumda tüfeklenen yazgı, çoğaldımsa hür ve şen
Herkesin mavisi olmak derdi ne tuhaf emel
Acımalı esen, gelip giden yele bîkarar
Tekrarlanan ömre vefa ulu bir yalan
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Bir fil kullanıyorum yıkmak için
- “Kafamıza koca koca taşlar yağdıracaksın!”
Dışarıya dilsiz, içeriye sağır, yalıtımda epey mahir...
Hayır o tek odalı evlerinize dokunmayacağım.
Çürü(t)mek toprağın farzıdır benim değil...
Ben Hubel’i ve diğerlerini görmeyeceğim,
Buralarda güzel bir helva nerede yenir?
Yoksa birazdan yaftalar yiyeceğim.
Ehrimen’e bütün yaşlarımı koyuyorum,
Hürmüz’e de kalan neyim varsa.
Bir köpek için yaşamak ne kadar ortadaysa,
Gri olma hakkımı istiyorum.
Hediye Açıkbaş
Ve şimdi bir zindanda koşuyorum duvara
Zanlı zansız canlı cansız apansız duvara
Açıyorum adını adıma bir paydır daima
Filhakika zarardır nazar her portrede
Belki kırık bir çerçeve biraz daha yağmur
Islak bir kulağın duymayacağı ses yoktur
Muhammed Münzevi
Âlim Kahraman ile Âkif Üzerine
569. sayısına ulaştı Türk Edebiyatı Dergisi. Şunu belirtmekte fayda var; dergide Cengizhan Orakçı’nın varlığı hissedilmeye başladı. Bunun artarak devam edeceğine inanıyorum.
Türk Edebiyatı Dergisi 569. sayısından yapacağım ilk paylaşım Bahtiyar Aslan’ın Âlim Kahraman ile yaptığı söyleşiden olacak. Söyleşinin merkezinde Kahraman’ın Mehmet Âkif-Tutuşmuş Bir Yürek, Adanmış Bir Hayat kitabı var. İstiklâl Marşı’na giden yolda Âkif’i her yönüyle tanımakta fayda var. Böyle olursa marşımızı yazacak tek ismin Âkif olacağı kanaati daha da yerine oturacaktır. Kahraman’ın kitabı Âkif’i yakından tanımak isteyenler için kaynak niteliğinde bir eser.
“Mehmet Âkif, mücadele adamlığıyla bilinir daha çok. Coşan, haykıran, “kükreyen”, cevap veren Âkif yani! Tarihin kritik bir döneminde yaşamıştır Âkif ve nesli. Bir yıkılış ve bir kuruluşa tanıklık etmiştir onlar. Savaşlar, yokluklar, hastalıklar, ölümler vardır hayatlarının önemli bir bölümünde. Balkan, Trablusgarp, Birinci Dünya Savaşı ve ardından belki de en çetini Millî Mücadele... Çıkardığı dergiyle, yazdığı şiirlerle, cami kürsülerinden hitabeleriyle, Berlin ve Necid Çöllerine seyahatleriyle Âkif, hep hareketin içinde bir yerde olmuştur. Bunun için Millî Mücadele’nin “manevî önderi” diye anılıyor. Ordu ve milletine bir “İstiklâl Marşı” da hediye ederek ülke insanının kalbinde sarsılmaz bir yer edinmiştir.
Buna ilaveten gündelik hayatı içinde, dostları arasında bir Âkif vardır ki tevazu sahibidir. Bir halk adamı gibi sade yaşar. Sevdikleri içinde sohbetleriyle, yerinde harcanmış nükteleriyle bir cazibe merkezidir. O tavizsiz ve kükremiş adam burada yumuşak ve zekidir. Hayatının her safhasında vefalıdır. Dürüst ve ahlâklıdır. Sanatkâr yaradılışlıdır. Şiir ve edebiyattan başka musiki ve resme çok yakındır. Sportmendir ayrıca. Âkif’i sivri ve saldırgan bir kişilik olarak tasvir etmek isteyenler kasıtlıdır bana göre. Makul bir kişilik yapısına sahiptir o. Hatta şunu da söyleyeyim, Akif, bir İstanbul beyefendisidir, bir medeniyetin adamıdır.”
Tolstoy’un Son Günleri
Tolstoy’un kızı Alexsandra’nın hatıraları eşliğinde yazarın son günlerine şahit olmaya devam ediyoruz. Ömer Hakan Özalp hazırlıyor bu bölümü.
“Derhal giyinerek yukarı çıktık ve babama paketlerinin bağlanması için yardım ettik. Kalbim mütemadiyen çarpıyor, ellerim titriyordu. Bavullara yerleştirmek üzere, lüzumlu olmayan birtakım eşyalar alıyor, asıl lüzumluları bırakıyordum.
Ben hemen her gün, her saat, her dakika babamın hareketine intizâr ediyordum. Böyle bir tasavvuru kendisi yeni ihsas etmişti. Fakat, son defa kat‘i olarak gideceğini işittiğim zaman, beynimden vurulmuşa döndüm. Ben, onun tatlı ve sevimli hayalini hiçbir vakit unutamayacağım.
Tabib-i hususisi (özel doktoru) Duşan Petroviç yukarıda idi. Orada, sükûnetle babamın eşyalarını sarıyor, bavullara yerleştiriyordu. Babam da sükûnet içinde, küçük eşyaları kutulara yerleştiriyor ve bunları sicimlerle bağlıyordu.”
“Biraz sonra, biz de bavullar veya paketler olduğu halde dışarı çıktık. Bahçede müthiş bir çamur vardı. Ayağımız kayıyor ve müşkilatla ilerliyorduk. Nihayet zayıf ve mai bir ziya gördük; babam bize doğru geliyordu.
- Âh! Siz misiniz? Bu defa müşkilatsızca ahıra kadar gidebildim. Hayvanlar koşuluyor. Haydi yolunuzu aydınlatmak için önünüze geçeyim.
Sonra, babam serzeniş-kâr bir eda ile Varvara’ya dönerek;
- Niçin en ağır paketi kızım Saşa’ya verdiniz, dedi. Babam, bunun üzerine Varvara’nın elinden küçük sepeti aldı. Bavulu ikimiz (birlik)te götürüyorduk. Babam önümüze geçti. Elektrik lambasını kâh yakıyor, kâh söndürüyordu. O, daima sa‘y-i beşerin istihsalâtından tasarruf çarelerini arıyordu.”
Zaten, babam fazla kalmak istemiyordu. Ayağa kalktı. Halamdan müsaade aldıktan sonra, kapıdan çıkacağı esnada:
“Bana Allah’a ısmarladık demeden tabiidir ki gitmezsin değil mi Levoçka?” –Bu, Tolstoy’un aile arasında söylenilen ismidir.–
Babam, o vakit halama şu cevabı vermişti:
- Hayır, hayır. Yarın görüşürüz. Halam yine tekrar ederek: - Senden çok rica ederim. Bana oruvuar demeden gitme!.. - Hayır, hiç seni görmeden gider miyim? Her şeyi etraflı düşünmek mecburiyetindeyim, dedi. Ve hiç şüphesiz, başka bir şey düşünerek odadan dışarı çıktı.”
Bir Şairden Bir Şaire Name ile Arz
İki şair var karşımızda. Biri Divan Edebiyatı’nın Sultanü'ş Şuârâsı olan Bâki, diğeri de Osmanlı’nın en güçlü padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman. Bâki’nin Kanuni’ye yazdığı mektubu üzerine yazmış Müslüm Yılmaz.
Bâki’nin biyografisi ile başlıyor yazıya Yılmaz. Daha sonra Bâki’nin yazdığı mektuba değiniyor Yılmaz.
“İstanbul’un Türkçesini şiirde resmi bir dil haline getiren, halk tabirleri ve sosyal hayatı ahenkli üslubu ile yazdığı manzumelere nakşeden Bâkî’nin şiirlerindeki letafeti gören Kanuni Sultan Süleyman, böyle edebi bir kudrete sahip şairle dost olmuştu. Bu muhabbetin zamanla ilerlediğini ve padişahın kendi yazdığı şiirleri incelemesi, tashih edip nazire yazması için Bâkî’ye gönderdiğini dönemin tezkireleri kaydetmektedir. Bu talebi seve seve yerine getiren şaire de Kanuni Sultan Süleyman, ilim erbabına yaraşır en güzel ikram olan Keşşâf, Hidaye, Ekmel gibi kitapları hediye etmişti.
İki büyük şair arasında kurulan söz ve dostluk köprüsüne Topkapı Sarayı Arşivi 6687-1/ 759-116 numarada kayıtlı bir mektup da şahitlik etmektedir. Üslubunda ve kullandığı her kelimesinde bir “padişah” makamına hitap ettiğini hatırda tutmamızı tembihleyen bu mektubunda Bâkî, maksadını en veciz ifadelerle dile getirdikten sonra ona bir de derkenâr eklemişti. Günümüzde dahi sıkça kullandığımız “yenilen (pehlivân güreşe) oyuna doymaz” atasözünü çok güzel bir şekilde nakşetmişti. Mektubun en üstündeki yazı daha sonra saray görevlileri tarafından padişaha sunulurken yazılmıştır.”
“Okuyanı derinden etkileyen mersiyesi ile İstanbul’un sosyal hayatını ahenkli üslubu ile yazdığı manzumelere nakşeden Bâkî, “Sultânü’ş-Şuarâ” unvanını hak etmiştir.
Elimizdeki bu mektup, Bâkî ile Kanuni Sultan Süleyman arasındaki edebî bağı göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Umarız ki bir gün devleti yöneten idareciler ile ediplerin arasında böyle yazışmalar olur.”
Semerkand’ın Uluğ Beği
Ayşe Göktürk Tunceroğlu ile gönül dünyamızı hoşnut eden diyarlarda gezmeye devam ediyoruz. Şimdiki durağımız Semarkand. Her şey ne kadar tanıdık ve ne kadar bizden.
“Semerkand’da Uluğ Bey Rasathânesi’ni görmek heyecan vericidir. Gerçi bugün elde kalan Rasathâne’nin çok küçük bir kısmı. Semerkand merkezinden 5-6 kilometre kadar gidince Kuhek tepesi…. Çoban Ata da diyorlar.”
“Külliyenin girişinde, oturmuş, bakışlarını size dikmiş Uluğ Bey’in cesim heykeli ile karşılandıktan sonra merdivenlerle tepeye doğru çıkıyorsunuz. Çok yüksek bir yer değil, yine de Semerkand’ın firûze kubbeleri, devâsa taç kapıları önünüze açılıyor.”
“Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra rasathane yerle bir edildi, kütüphane yağmalandı, âlimler dağıldı gitti. Peki, Uluğ Bey’i saltanat davası uğruna öldürdünüz; rasathaneyi niçin yıktınız, yok ettiniz? Onun izlerini silmek için mi? Onun ilmî çalışmalarına iyi gözle bakmadığınız için mi? Ay tutulduğunda dümbelek çalmaya devam etmek için mi? Kime sorabilirim ki bu soruyu? Kimin yakasına yapışayım?”
Türk Edebiyatı’ndan İki Hikâye
Şenol Turan – Yusuf Diye Biri
“O vakitler Yusuf, bana hiçbir mana ifade etmeyen yabancı bir isimdi. İster istemez halamın ağzından çıktığı gibi kaldı. Fakat halam koca göbeğiyle divana iyice yerleşip uzun uzadıya Yusuf’u anlatmaya koyulunca gözlerim fal taşı gibi açılmaya başladı. Son yılların en önemli konusuydu. Herkes Yusuf diye birini bekler ama o bir türlü gelmez. ‘Gelmiş işte,’ dedi halam. Elimi bırakan annem parmaklarıyla hesap yapmaya başladı. ‘Seksen iki,’ dedi ilkin, seksen altıya gelince durdu. Gözlerimi kısarak ona baktım. Ne diyeceğini merak ediyordum. Şaşkın bir yüz ifadesiyle, ‘beş senenin üzerine,’ dedi ve sustu. Şikâyet ettiğini düşünen halam, ‘geldiğine dua et!’ diye araya girdi. El kapısında olmanın çilesinden, gurbetin zorluğundan, para kazanmanın güçlüğünden bahsetti. Sanki konuştukça ağırlaşıyor, kelimeler yük oluyor, ağzını her açtığında divana biraz daha gömülüyordu. Gözlerimizi kaçırmadan can kulağıyla onu dinliyorduk. Bizleri o halde gören halam, iyiden iyiye cezbeye tutuluyor, arada kendini kaybediyordu. Bu zamanda ev bark sahibi olmanın sıkıntılarına ilişkin uzun bir nutuk çekti. Sonra kelimeleri tükendi, sıcak havanın da tesiriyle gev - şemeye başladı. Kafası gövdesi üzerine düşmeden son bir gayretle, ‘gelmiş işte!’ dedi. ‘Kör Ahmet’in kahvesinde oturuyormuş. Bizim Halil görmüş.’
O sırada yüzüme ılık bir hava çarptığını his - settim. Ablam ‘Kötü’ Nimet koşarcasına kapıya yönelmişti. Pileli eteğini savurduğu gibi önüm - den geçip gitti.”
Suavi Kemal Yazgıç - Korkuteli Köyü
“Gökyüzünde çakılı duran kutup yıldızına inat, içimde hayat istikametimi kurtarmama yardım edebilecek hiçbir yıldız parlamıyordu. Nereye gittiğine, ne halde olduğuna ilişkin hiçbir fikrim yoktu. Yine de bu gerçeği beni önderleri yaptıkları için peşime düşen gafil kafileye hissettirmemek için elimden geleni yapıyordum. Seni bulmak için beni görevlendirmişlerdi. Önderliğimi senin kaybolmuş olmana borçluydum ve bu borcu ödemeye niyetim yoktu. Borcumu inkâr etmem de ödemem de kazandığım statüyü kaybetmeme sebep olacaktı. Bu yüzden gereken her türlü numarayı çekiyordum. Mesela yüz kaslarıma hükmetmeye çalışıp metinmiş gibi duran bir suratı bir maske olarak çehreme yapıştırıyordum.”
“Yaşadığımız yere hiçbir zaman isim vermedik. Yine de gelip geçen tüccarların, konup geçen göçerlerin, serserilerin, hacıların, coğrafyacıların ve istilacıların buraya Korkueli dediklerini; haritalarında ve hatıratlarında köyümüzü bu isimle kaydettiklerini öğrenince şaşırmadık, üzülmedik. Sadece şaşırmamak ve üzülmemekle de yetinmedik. Bu ismi kendimiz koymuş gibi benimsedik de. Ve isim bize bir eldiven gibi uymakla kalmadı biz de ismimizle müsemma olduk.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Bu akşam çıkacağım, sizin ne anladığınız emin olun hiç umurumda değil
Nasıl olsa karanlığı delip geçen gök aşımı bitimsiz hayallerim var
Ben onları bazen bir şarkının en içli yerinden ateşlerim kızıl ötesine doğru
Şapkam bana yol gösterir, sığmayan bir sürü şey gelir doludizgin göğsüme sığar
Hüsnüyusuflar, Sığırcık kuşları, orman gülleri; ayaklar nasıl da yerden kesilir
Daha ilk gidişim bu, ilk niyet edişim, ben de onlardan öğreneceğim bilmediğim yolu.
Gözlüklerimi değil gözlerimi taktım, takvime, saatime ve güpegündüz aynaya baktım
Annem olsaydı sık dokunmuş kalın bir kazak koyardı yanıma n’olur n’olmaz diye
Aya gidiyorum, soru sormaya; bütün yanıtları alıp yeni baştan uyumaya
Biri dese orda hayat ne gezer ne varsa hep dünyada, belki uyumayacaktım
Ben ki bu dünyaya hem, yaş bir hurma dalına ayak basıp gelmedim
Ey benim tekno nefsim, görmediğin yerleri böyle özlemek niye?
Hüseyin Akın
bazıları dağ keçisi gibi
öyle uzak
öyle sarp ki gövdeleri
sanki şah ile göz göze kartal
kökten kopmuş ve hazin bir gök oyununa
kapılmış bazı dallar
suyun üzerinde uyu desen
veya ezgi ol
bir kor ateşe
susmak ve yürümek
birbirine değen şeyler
dalların söylediği kırılganlıkta
her adımda yeniden yeşerirler
İsmail Karakurt
gece yokuş aşağı geliyor tozu merhem
başucu kırbaçlanan baygın döşekler serin
dağa çarpan salıncak yarenlik habercisi
nal sesinden babalar ancak ölünce narin
sakat doğan kuğunun neşe ağzında köpük
bağdan kopan yapracık değilsem de mahzunum
hiç bitmeyen buyruğa uzanıyor ellerim
dantela kokusuyla kaynıyor içimde kum
M. Tuğrul Çolak
iyi günler demlendikçe çaylar kesme bardaklarda muhabbet
uzak ülkelerdir haritalarda çoktan silinmiş yolu
aşk buraya yakışırdı sevda için bahçe arasa hangi şair
şeyh galip’ten haberli kalmadı hiç allah’ın kulu
dokunsalar bozulurdu büyüsü bu büyük şiirin
adı hâlâ hüsnügüzel tebalada gönlümün pulu
Cengizhan Orakçı
Belki ben değilim bu giden de hiç,
Aksayan yolumdur, yolum sürünür.
Gâh döner toprağa, gâh döner taşa,
Gâh düşüp arkama bana bürünür.
Nereden çıktı ki bahtıma bu yol?
Belki de cebimden düşürdüm, öyle.
Yüzünü gözünü hayli çiğnedim,
Şimdi de yüzüme çemkirir böyle.
Nigâr Arif
Yanlış anlaşılmaya müsait bir eylemdir burada yaşamak
Gelir akşamın yaralı kuşları
İçinde çöl birikmiş paslı saatler
Zamanın tozları dökülür sararmış albümlerden
Kıştır ve henüz uyumamıştır çocuklar
Dışarda çok eski rüzgârların sesi
İğneden ipliğe toplanıp giderken
Erir kardan adamların buzdan heykeli
Mehmet Baş
Sebilürreşad’da İstiklal Marşı ve Mehmet Âkif
Sebilürreşad Dergisi’nde Mehmet Âkif’e ve İstiklal Marşı’na dair yazıların olması oldukça doğaldır. Olması gereken de bu. Bu yıl birçok dergimiz de istiklal coşkusunu kapağına ve sayfalarına taşıyarak çıktı, çıkmaya devam ediyor. Şu bir gerçek ki Sebilürreşad’a ayrı bir yakışıyor bu hassasiyeti kapağa taşımak. Çünkü Âkif’in ruhunun hissedildiği bir dergidir Sebilürreşad. Hepimiz için kıymetli bir emanet.
Bu sayı tam anlamıyla Âkif ve İstiklâl Marşı şöleni var dergide.
Fatih Bayhan’ın başyazısından
“Mehmet Akif’ın Anadolu’da başlayan Milli Mücadele’ye verdiği katkıyı sadece Sultanahmet mitinglerinde başlayan “bilinçlendirme” konuşmalarıyla değil, İstanbul’da bizatihi tüm vazifelerinden arınarak gittiği Anadolu’da halkın irşadı için üstlendiği vazife ekseninden değerlendirmek daha doğru olacaktır.”
“Mütarekeyi müteakip Mısır’da, Hind’de hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak’da, Suriye’de zuhur eden ihtilâller, isyanlar, kıyamlar gösteriyor ki, biz Türkiye Müslümanları öyle âlemi İslâmın ve dolayısile düşmanlarımızın lâkayıt kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten düşmanlar bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Ey cemaati müslimin! İşte bugün bizden istedikleri, ne filân vilâyet ne filân sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.” [Nasrullah kürsüsünden, Sebilürreşad, Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920)].
Bu konuşmanın Sebîlürreşâd’da yayınından sonra büyük bir uyanış başlamıştır. Akif, neredeyse halkın morale en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda din, vicdan, cesaret ve iman cephesinden öyle bir vazife şuuru, vatan sevgisi bilinci inşaa etmiştir. Bu bilinç işgalleri bir bir sona erdirmiş; “Korkma” diye başlayan İstiklâl Marşı’nın “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, hakkıdır hakka tapan milletimin İstiklal” satırlarıyla Anadolu’yu adeta gergef gibi örmüştür.”
İstiklal Mücadelesi’nde Mehmet Akif, Sebilürreşad ve İstiklâl Marşı
Sebilürreşad’ın sadece bir dergi olmadığını İstiklal mücadelesindeki rolünü bilenler çok iyi anlayacaktır. Her sayfası ile milleti bilinçlendirme rolünü üstlenen bu derginin bir nefer gibi görev üstlendiği malumdur. Nizameddin Duran yazısında bizleri İstiklal mücadelesinin sürdüğü yıllara götürüyor.
“Milli Mücadele’de Mehmet Akif’e, şiddetle ihtiyaç duyulduğunu ve Mustafa Kemal’in bir telgrafı ile onun ardına bakmadan ve hiç beklemeden/bekletmeden oğlu Emin’i yanına alarak soluğu Ankara’da aldığını biliyoruz. Emin’in durumu sorulunca, “Ben nerede ölürsem, oğlum da yanımda ölsün!” diyen, vatan söz konusu olunca, canından aziz bildiği ne varsa hepsini bu sevgi uğruna feda eden Akif’in örnek karakterine ve şahsiyetine yakışır tavrı görüyoruz...”
“Öyle bir marş ki, bu marşta inanç var, cesaret var, ufuk var, azim ve kararlılık var, ümit ve güven var, milletine sevgi ve onu yüceltme var, özgürlük ve bağımsızlık var, düşmana korku ve meydan okuma var, değerler ve değerler uğrunda şehadet var… Bu yarışmaya katılanlar dahi Akif’in bu alandaki özgünlüğünü ve rakipsizliğini kabul etmiş ve hakkı teslim etmişlerdir.”
“Huzurlu bir toplumun inşası için onun ana çekirdeğini oluşturan ailenin en küçük yapısı olan çocukların eğitim ve kültür temellerinin sağlam zemine oturtulması, sağlam bir toplumun da inşası için çok önemli bir husustur. Çünkü sağlam bir toplumun temel harcını oluşturacak olan bu bireylerdir... Aslında yaşanır bir dünyanın selameti için de ihmal dilmemesi gereken önemli husus da budur. Bu meselenin, insan ve toplum hayatında ne kadar önemli olduğunun idrakinde olan Mehmet Akif ve Sebilürreşad ekibi, bu temel harcı atmanın derdiyle dertlenmiş, çalışmalar başlatılmış ve konuyu adeta hayati meseleleri addetmişlerdir. Hamiyet sahibi, fedakâr, inanmış bu insanların bir araya gelmesiyle ümmetin yararına olan işlerde öncülük etmişlerdir. Milli Mücadelenin, kurtuluşun yılmaz kahramanları, evlad-ı ıyalini düşünmeden cepheden cepheye atılmaları bir yana, kılıçlaşan kalemleriyle, en zor şartlarda bile bu destansı savaşın mücadelesini vermişlerdir. İşte Akif’in dünyasında eğitim, bu kadar önemli bir yer tutmaktadır. Bunun en açık göstergesi de Heybeliada’da Sebilürreşad Mekteb-i İbtidaisi’nin açılmasıdır.”
Hadi Yeni Baştan
Ali K. Metin, imkânsızlıklar içinde bir milletin giriştiği mücadeleyi ve Âkif’in rolünü anlatıyor yazısında. Görüyoruz ki Âkif de milleti gibi yaşamış her zaman. Ruhunu besleyen milleti ne ise Âkif de o.
“Akif’i vatan-millet-Sakarya retoriği üzerinden eskitmek sahici bir Müslüman, bir münevver duyarlığıyla bağdaşmıyor. Yapılması gereken onun tavrına, duruşuna, ahlakına sahip çıkarak gerçek bir zihinsel, kültürel, siyasi yenilenmeyi sağlamaktır. Akif, tevhidi/İslami bilinciyle, vatanseverliğiyle, hürriyet severliğiyle, adalet severliğiyle, ahlaki seciyesiyle temayüz etmiş bir şahsiyet. İstiklal ruhunu ise bu temayüzün en önemli mihenk taşlarından biri diye saymamız gerekir. Millet inşası için gereken temel değerlerin Akif’te belli bir görünürlük kazandığını söylememiz, hamasi bir laf-ü güzaf sanılmamalı. Zira mesele, asabiye kavramıyla da kuşatamayacağımız bir derinliğe ve ufka sahip olup tam anlamıyla bir seçim ve varoluş meselesidir. Bilhassa hürriyet severliği, adalet severliği ve ahlaki duruşu üzerinden geliştireceğimiz bir millet paradigması, istiklal ve istikbalimiz açısından hayati öneme sahip.
Akif gerçek anlamda bir halk adamıdır. O kadar ki Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Akif’in fikir kaynağı bizzat toplum ve toplumda yaşayan düşüncedir” (Karakoç, 1968; Mehmet Akif). Hürriyet, adalet ve ahlak ancak halkı yükselttiği nispette bir anlama ve gayesine kavuşur. Bunun ötesinde halkı araçsallaştıran veya tabileştiren her şey millet paradigmasıyla ilgili umutları boşa çıkaracaktır. Ayrıca Akif’i anlamamak anlamına gelir. Tam bu noktada istiklal kavramını dar anlamından geniş anlamına doğru açımlamadan Akif’e gerçek anlamıyla ve derinliğine nüfuz edebileceğimizi sanmıyorum. Şöyle ki, istiklali olmayanın hürriyeti olmayacağı ne kadar doğruysa, hürriyeti olmayanın istiklalinden de söz edemeyiz. Hürriyet ve adalet ise kan kardeştirler.”
Tek Millet Fikriyatı ve İstiklal Marşı
Tek millet ve İstiklâl Marşı… Üzerinde en çok tartışılan konulardan biridir bu. Yaşananlara ve Âkif’e geniş bir pencereden bakmamaktan kaynaklanan bir akıl tutulmasıdır bu. Âkif’te millet algısı her şeyin üstündedir. Bunu İstiklal Marşı’nda da vurgulamaktadır. Metin Önal Menğüşoğlu da tek millet kavramını ele almış yazısında. Özellikle “ırk” kavramına takılanların bu yazıyı mutlaka okuması gerek.
“Osmanlı coğrafyasında Türkçe konuşan ve Türkçe anlaşan bütün Müslümanların okuduğu klasik, kültürel dindarlığın olmazsa olmaz metni ilmihal kitaplarının öğretisi hatırlanmalıdır. Dinini öğrenmek üzere medreselere gönderilen her kavme mensup Müslüman çocuğuna ilk telkin edilen bilgi kabirdeki sorulara verilecek hazır cevap kalıpları idi. Özetlersek kabirde sorgulayan meleklere Âdem zürriyetinden, İbrahim milletinden ve Hz. Muhammed ümmetinden olduğunu söylemekti. Burada konumuzla ilgili bölüm Müslümanların millet kavramına dair anlayışları ve tanımlarıdır. Bunu pekâlâ bilen Mehmed Âkif işte tam bu sebeple İstiklal Marşı’nda Türk kelimesini kullanmamıştır.”
Sen Kara Fatma!
Kahraman kadın denince aklımıza gelecek o kadar isim var ki… Vatan savunması için canını ortaya koyan, maldan, mülkten, evlattan vaz geçip cepheye koşan kadınlarımızdır bu toprağın kadınını en iyi temsil edecek olan. Bunları anlatmak gerek konusu kadın olan her yerde. Fatma Türk Toksoy bu kadınlarımızdan birini; Kara Fatma’yı anlatıyor.
“Sen Kara Fatma!
Neden adın Kara Fatma! Gözün mü karaydı, kara gözlü müydün yoksa!
Sen Kara Fatma! Sen kahraman mücahide,
Fatma Seher Hanım, adını İzmit dağlarında, orduda ve cephelerde mertliklerin en büyük şanıyla söylenilmektedir işitiriz…
Sen Kara Fatma! Kısa boylu, biraz cılız, ama kemikli geniş yapılı hatun! Belinde enli kuşağında, tüfek mermileri, fişeklik kama taşıyan, ayağında çizmeleri ile işgalcileri çiğneyen, başından örtüsünün saçakları omuzlarına sarılmış Erzurum kızı! Nasıl da gümüş saplı kamçını sallamakta, korku saçmaktasın düşmana!”
İsmet Özel’in İstiklâl Yürüyüşü
İsmet Özel ve İstiklal Marşı… Birbirini tamamlayan bir bütünün parçası… Bunu iyi idrak edebilmek için hem İstiklal Marşı’nı hem de İsmet Özel’i çok iyi anlamak gerek. Sığ bir düşünce ile yapılacak yorumlar ancak kavram karmaşasının ötesine geçemez. Lütfi Bergen’in yazısı bu bağlamda önemli.
“30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Anadolu’da gayr-ı Müslim azınlıklar çeteler kurarak Müslüman toplumun can, mal ve ırzına tecavüz etmeye başladı. Antlaşma’nın şartlarını bahane eden İtilaf devletleri azınlıkları koruma bahanesi ile Türkiye’yi işgale başlamıştır. 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edildi. Anadolu’da İstiklâl Mücadelesi başladı. 16 Mart 1920’de İstanbul ikinci kez işgal edildi. Meclis-i Mebusan da 16 Mart 1920’de dağıtıldı. Osmanlı devleti, İtilaf devletlerinin (emperyalizmin) sultasına girmişti. Anadolu’da 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi’yle Hey’et-i Temsiliyye oluşturulmuş, Millî Mücadele başlamıştı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasındaki Sivas Kongresi’yle Hey’et-i Temsiliyye’nin kadrosu genişletildi. Mustafa Kemal, Hey’et-i Temsiliyye Başkanı olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına 19 Mart 1920’de livalara (il) ve kolordulara bir genelge göndererek, Ankara’ya temsilci gönderilmesini istedi. İşgal altındaki İstanbul’dan kaçarak Ankara’ya gelen Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan katılanlarla birlikte Büyük Millet Meclisi 437 üyeli bir Millet Kurultayı olarak oluştu. Bu gelişmeler Türk İstiklâl Mücadelesi’nin ihtilalci ve devrimci karakterini göstermektedir. Mehmet Âkif, bu anlamda Türk milletinin “millî devrimci” ruhunu dile getirecek bir mücadele ortaya koydu. Âkif, İstiklâl Harbi öncesi hayatında “Hürriyet ve Adalet” kavramına dayanarak toplumun çalışma düzeni içinde terakki edebileceğini veya refaha kavuşabileceğini düşünüyordu. Safahat’ta “toplumcu” bir şair olarak yazmış olmakla beraber, bu “devrimci” bir nitelik taşımıyordu. Osmanlı’nın tasfiye edilmesi süreci, yeni bir devlet inşa etme düşüncesini güçlendirdi ve bu ihtilalci tasavvur “millî birlik” duygusuyla İstiklâl Harbi’nde zuhur etti. “Topyekûn harb”e iştirak eden ve ordu-millet haline gelen halkın içinde bu hissin verdiği manevî kuvvet, Âkif’in şiirinden beslendi. Âkif de cephede ve cepheyle ilişkili hayat içinde mesuliyet ahlâkının toplumu millet’e tahavvül ettiğini gördü.
İsmet Özel de “İstiklâl Marşı”nı benzeri bir ruhla ele aldı ve onu bir ideoloji olarak temellendirdi. Onun “İstiklâl Yürüyüşü” başlığı altında toplanan çalışmaları Türkiye’nin istikbâline yönelmiş bir hamledir. İsmet Özel, İstiklâl Marşı’ndaki “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” mısraını, Allah’ın Türk milletine vaadi olduğuna ve bu vaadin gerçekleşeceğine dair imanla yorumlar. İstiklâl Marşı ideolojisi, İstiklâl Mücadelesi veren TBMM’nin hareketidir; bir gaza hareketidir. İsmet Özel’e göre Türklük İslâm’dan başka bir yere çıkmaz (Özel, 2012: 403). Bu nedenle İstiklâl Marşı, İsmet Özel’in ideolojisinde bir dua (ilahi) olarak okunur.”
Mehmed Âkif’in Şehirleri
Mehmet Mazak tam da kendisine yakışan bir konu ile ele almış Âkif’i. Aslında bir kitap olacak konuyu - Mehmed Âkif’in Şehirlerini- anlatmış Mazak yazısında. Âkif’in mücadeleci kimliğini daha iyi anlamak için bu şehirler ve Âkif birlikteliğini iyi bir şekilde idrak etmek gerekiyor.
“Mehmet Âkif’in iş hayatı, İstiklal Mücadelesi ve sürgün dönemlerinde görev yaptığı ve yaşadığı şehirler nerelerdi?
Mehmet Âkif’in iş hayatı, İstiklal Mücadelesi ve sürgün dönemlerinde görev yaptığı ve yaşadığı şehirler nerelerdi?
İstanbul hayatının merkezi şehirdir, bunun yanında Ankara, Kastamonu, Edirne, Berlin, Balıkesir, Burdur, Antalya, Konya, Eskişehir, Bilecik, Adana, Antakya, Mısır (Kahire ve Hilvan), Arap Coğrafyası (Beyrut, Şam, Halep, Mekke, Medine, Necid) olarak belirtebiliriz.”
Edirne: Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytâriyye ve Islâh-ı Hayvânât umum müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladıktan sonra Edirne’de görev yaptı. Edirne ve Selimiye Camiinde geçirdiği zamanlar, Âkif için uzun ve karlı kış gecelerinin ardından baharda açan çiçekleri ve hayatın uyanışını temsil eden şehirdir.
Berlin: Berlin, Batı’yı yakından tanımasına imkân veren ve esir olmuş, toprakları işgal edilmiş bir milletin bağımsızlıklarını kazanmak için nasıl hareket edileceğinin provasını yaptığı bir şehirdir. “Berlin Hâtıraları” adlı uzun manzumesinde İstiklal Marşımızı yazmaya giden sürecin yolundan yürüdüğü şehirdir “Korkma! Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;, Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!”
Kastamonu: Kastamonu, Âkif için Nasrullah Camii vaazıdır, halkın başkaldırısının başladığı şehirdir. Burada dünyanın siyasî vaziyetini tahlil edip Sevr Antlaşması’nın bizim için nasıl bir felâket olacağını izah eden, onu yırtıp atmayı ve Batılı sömürgecilerin karşısına iman ve silâhla dikilmeyi hayatî bir mecburiyet olarak telkin eden, Millî Mücadele’yi büyük bir heyecanla teşvik ettiği, milletini Batı’ya başkaldırmaya davet ettiği şehirdir.
Akif ve Türk Sineması
Bugüne kadar bir Âkif filmimizin olmaması ne kadar acı bir gerçek. Her konuyu beyaz perdeye taşımak için yarışanların mevzu Âkif olunca sessizliğe gömülmeleri de ayrı bir trajedi. Âkif’i her yönüyle anlatan bir filme ihtiyacımız var. İbrahim Demirkıran bu konu hakkında yazmış.
“Türk sinemasının milli manevi duygulara yaslandığı filmler halk nezdinde en çok ilgi gören yapımlar olmuştur. Özellikle İstiklal Marşı gibi önemli ve devamlı okunan bir marşın şairiyle ilgili herhangi bir sinema filminin çekilememiş olması ilginç bir durumdu.
Uzun süre ülkeyi yöneten muhafazakâr iktidarlar döneminde bile yapılamayan bir Mehmet Akif Ersoy filmi en nihayetinde Sebîlürreşad’ın öncülüğünde gerçekleştirilebildi. Biz bu yazıyı yazarken, çekilen bu film henüz gösterime çıkmadığı için filmle ilgili bir analiz yapamıyoruz. Ama asıl üzerinde duracağımız konu Mehmet Akif filmi neden bu zamana kadar çekilemedi sorusu. Bu yüzden bu yazıda dile getirdiğimiz cevaplarla, yeni çekilmiş olan bu filmin bir alâkası olmadığını belirtelim. Özellikle de yeni filmin hikâyesinin bir Mehmet Akif Ersoy biyografisinden ziyade sadece İstiklal Marşı’nın yazıldığı sürece odaklandığı düşünülecek olursa.”
A Kalemler’den Ahmet Tevfik Ozan’a Veda
A Kalemler Dergisi 32. sayısında Ocak 2021’de kaybettiğimiz Ahmet Tevfik Ozan’a dair yazılarla çıktı. Vefa en önemli hasletlerimizden. Hem de ihmale gelmeyecek denli kıymetli. A Kalemler dergisini bu hassasiyetinden dolayı kutluyorum. Bir gönül insanı olan Ozan’ı rahmetle anıyorum. Dergide yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.
Canı Yelincek Harputlu - Rıfat Yörük
“Erciyes sevdalısı, yiğit Harputlu Ahmet Tevfik Ozan abimizin vefatı yüreğimizi bir kor gibi yaktı. Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şube Başkanı Selim Tunçbilek’ten aldım acı haberi… Teyid etmek için en yakın dostlarından Muhsin İlyas Subaşı üstadımızı aradığımda onun da haberi yoktu. Çok şaşırdı. Bir saat sonra beni aradığında haberi üzülerek doğruladı. Kalp krizi olduğunu söyledi.
Merhum “gakgoş”, Harput lehçesi’yle “canı yelincek” bir insandı. Yani cevval ve heyecanlı… Kendisine bir görev düştüğünde düşünmeden yapardı. Düşmediğinde de durumdan vazife çıkartır, yine yapardı.”
Şiirlerini Ağaçlara Dinleten Adam - Selçuk Şamil
“O, Mehlika Sultan'a âşık gençler misali gönlünden taşan bir hayalin sahibiydi... Ölüme yelken açmak olsa da ucunda ülküsüne tutkusu aşk mertebesindeydi... Yoksa bu dizeleri nasıl dile getirecekti; "Karanlıktan ip eğerdim, dokudum/Bayrak yaptım, yosun tuttu ellerim./Seherleri kubbe kubbe okudum/Gün çağırdım, kor eritti dillerim." "Sofrasındaki katığı gözyaşı olan" bir ozanın duygu dünyasını anlayabilmekten ve anlatabilmekten uzak olduğumun farkındayım ancak "Allah yapraklardan razı olsun" diyen Ahmet Tevfik Ozan' a Allah senden de razı olsun demek için bu yazıyı kaleme almam gerekmekteydi...”
Dava Adamı Güzel İnsan Ozan’ın Ardından- Osman Aytekin
Yunus Emre, Necip Fazıl Kısakürek ve Abdurrahim Karakoç çizgisini zamanla aşarak, kendine özgün sesini yakalamasını bilmiştir. Vatan ve Allah sevgisi onun şiirlerinin başucu temasıdır. Serbest tarzda yazdığı şiirleri de en az heceyle yazdıkları kadar başarılıdır.
Ozan, hayatının her zerresinde Allah rızası gayretiyle hemhal olan biriydi. Benim de üzerimde emekleri vardır. 1977-1978’lerde başlayan tanışıklık bir ağabeyliğe, bir dostluğa dönüştü. İlk desenlerimin yayınlanmasında büyük bir pay sahibidir. Resim çizmemde ve nesirlerimde hep destek olmuştur.
Ozan Abi - Selim Tunçbilek
Ahmet Tevfik Ozan bu çağda insan olmanın erdemlerini bir ışık gibi çevresine yayıp bu âlemden göçen nadir insanlardan biriydi. Mahkemede asla yalan söylememiş ve hayatı boyunca da kendini ilahi bir mahkemenin huzurunda hep görmüş hayatını ona göre yaşamış tanıdığım tek kişiydi. Aramızda öyle bir ilişki olmamasına karşın kendisine şeyhim derdim. Buna sevinmezdi. Edepli ol derdi. Ona bu dünyada borcu olan tek kişiyim. Bir kitabı basacaktık. Nasip ve fırsat olmadı. Kırılmadı hiç. Teknik ve pek çok değişik nedeniyle basamadık. Borcum o kitabı basamamaktır. Sana borçlu olmakta yaşamak gibi şerefli bir ödev Abi. Nur içinde yat.
Savaş ve Edebiyat
Edebiyatçının işi anlatmaktır. Hem de her şeyi anlatmak. Savaşı da anlatır edebiyatçılar. Çünkü inanlığı ilgilendiren her olay edebiyatın konusu olabilir. Beste Bekir, savaş ve edebiyat kavramlarını ele almış yazısında.
“Savaş, edebiyat tarihinin en eski temalarından biridir. Öyle ki, en büyük edebi eserler savaşlardan ilham alınarak yaratılmıştır. İlyada'dan günümüze kadar edebiyat, savaşın doğasını, insan hayatına ve psikolojisine yaptığı etkiyi, toplumda açtığı yaraları, bunun sosyoekonomik yansımalarını incelemiştir. Savaşın toplumları uçurumun eşiğine nasıl götürdüğü, insan zihninde ve ruhunda yol açtığı tahribatlar yazarların ve şairlerin en önemli esin kaynağı olmuştur.”
1915 yazının başlarında 31 yaşındayken askere çağrılan ünlü yazar Kafka savaştan duyduğu endişeyi yazmaya devam etmekle bertaraf edebileceğine inanmıştır. Aslında bu onun kendini koruma yöntemidir. 31 Haziran 1914'te günlüğüne yazdığı şu ifadeler de bu savı destekler niteliktedir: “Zamanım yok. Genel seferberliktir. (...) Ama tüm bunlara rağmen kesinlikle yazacağım, bu benim kendimi koruma mücadelem."
Yıllardır insanlar dünyayı kana bulayan çatışmaları görmezden gelerek savaşın geçmişe ait olduğuna inanmış gibi davranmayı sürdürseler de savaşlar ne yazık ki hâlâ mevcut ve yakın gelecek için de tehdit oluşturmaya devam etmekte. Her ne kadar bu durum edebiyata esin kaynağı olsa da...
İnadına Yaşamak
Yaşamak maalesef bu hale geldi; inadına ve zorla yaşıyoruz bu hayatı. Mücadele etmek bazen zor olsa da yaşamak denen ağrı bir kez yapışmış yakamıza. Geçmiş zamanın hoş vakitlerini anarak azmimizi güçlendireceğiz her şeye rağmen. Kübra Kızıltoprak, inadına yaşanan bir hayatın serencamını yazmış. Umut varsa her şey yoluna giriyor vakti gelince.
“Zayıflıyor bazı şeyler. Sevgiler mutluluklar, güzellikler… Doğum günlerimde duymadığım o heyecandan anladım. Büyümek biraz da ziyan olmakmış gerçekten. Eskiden içimden taşanları yazardım. Kaleme döktükçe ruhum ferahlardı. Yüklerimin hafiflediğini hissederdim. Bu yüzden hep daha çok daha çok yazardım. Şimdi elime kalem alacak halim yok. Ruhumdan taşanlar bardağın dolu tarafını yok etti sanki. Kalbim yoruldu savrulmaktan. Yorulanların durak noktası olurken beni bıraktı akışa. Aktıkça rahatladım sandım. Özgürlüğe uzanan yol sandığım bu maceradan yine aynı denize döküldüm.”
“Sonbaharın ilk günleri hafif esintili bir hava. Bu mevsime has yabani kestanelerin yerlere düşüp tozlaşmasını sağlamak için gelen kuş sürülerini ağırlıyor ağaçlar. Kuşların sesleri ve bir plaza. Koşturmayla telaşla geçen insanlar. Hep bir yerlere yetişmeye çalışılan bir konum burası. Vızır vızır geçen arabalar yan tarafta boy vermiş koca otelin gölgesinden kayıp gidiyor. Olay bu ya parkta eğleşen çocuklar, kuşların düşürdüğü kestanelere hayretle bakıp, kaç tane olduğunu saymaya çalışıyor. Çocukların gözlerine bakıp düşüncelerimde yeniden kayboluyorum.”
A Kalemler’den Bir Hikâye
Funda Karakeklik - Canın Sağ Olsun
“Sabah eşini yolcu edip odasına koştu, yatağın üzerindeki yorgan, yastık, çarşaf ne varsa hepsini toplayıp, kızının yatağının üzerine attı, ardından bazanın içindeki kalın yün yatağı çekiştire, çekiştire banyoya kadar sürükledi, lavabonun altındaki dolaba sakladığı küçük teliz torbaları çıkardı. Yatağın içindeki yünleri torbalara doldurup çocuk odasındaki kapalı balkona taşıdı, kararlıydı her gün birini yıkayıp, binanın çatı katına taşıyacak, ışıklıktan süzen güneşte kurutup çırpacaktı. Tam on torba olmuştu, bu da yaklaşık on beş gün içinde, yatağın işi bitecek demekti.”
“Saat yedi alarm felaket habercisi gibi bütün odayı doldurdu, kadın uyandı ama hala pusudaydı gözlerini hiç açmadı. Adam saati susturmak için elini uzattı ama saat yerinde yoktu, kafasını kaldırıp sağa sola baktı sanki başkasının odasında uyanmıştı 'Ne zaman yatığın bu tarafına geçmişim hayret " dedi. Kendine sırtı dönük uyuyan karısının omzundan uzanıp çalar saati susturdu, tam o sırada yorgan üzerinden sıyrılıp bacaları açıkta kaldı birden soğuk değdi bacaklarına irkildi oda terlediğini düşündü ama bir aksilik olduğunu anladı tuhaf nemli asit kokusu bedenini sarmıştı önce yünlerin iyi kurumadığını düşündü yatağın içine oturdu ardından karısına ters ters baktı "kış günü yün yıkarsan olacağı buydu "dedi fısıldayarak ama bu kadar ıslak olsa karım fark ederdi diye düşündü "Yoksaaa "telaşla ayağa fırladı her yeri ıslaktı bu nasıl olabilirdi, yorganı kaldırıp attı, karısının on beş gündür çalışıp çabalayıp yıkadığı yatağa işemişti üstelikte bir sürü laf etmişti bir taraftan kendini sorgulayıp sağlığı adına endişelenirken, bir taraftandı karısının ne diyeceğini düşünüyordu.”
Kaynak: dunyabizim.com