FIRTINA CEMAL DÖNMEDİ Fırtına Cemal Dönmedi
Taksim’den gelirken Unkapanı Köprüsü’nü geçtikten hemen sonra bizim semte doğru girmek için taksiciye sağa dönmesini söyledim. Adam endişeli gözlerle bana baktı: “Abi biz oraya girmiyoruz!” “Nasıl girmiyorsunuz?” “Oraya girince, çıkınca hep bir sorun çıkıyor. Ya içerde bir şey oluyor ya da çıkınca polis çeviriyor.” “Hacı, ben bu yolu yürümeyeyim diye taksiye biniyorum. Sen gir bir şey olmaz” diye biraz sertçe üsteledim. Belki bir iki şey daha söylemiş olabilirim, hatırlamıyorum. Taksici anlık bir göz göze gelme durumunun ardından istemeye istemeye ara sokaklara doğru yol aldı. Daha fazla içerilere girmesin diye eve gelmeden uygun bir yerde indim. Taksicilerin girmek istemediği sokaklar diye bir şey var bu şehirde. Bu bir ölçü, bir tanımlama biçimi aslında; taksici girmiyorsa oralarda kol gezen uğursuz bir gölge, kötü bir rüya, tekinsiz bir sokak, ölçüsüz bir öfke var demektir. Yüz yüze gelmek istemeyeceğin insanlar, dokunmak istemeyeceğin hayatlar, yan yana yürümek istemeyeceğin nefretler. Öyle şeyler. Biz ne kadar unutmaya çalışsak da aradan onca yıl geçmesine rağmen birileri çıkıp iki laf edip geçmişin pis izlerini bir anda ortaya çıkarıveriyor. Adam haklıydı aslında, bizim mahalleye dışarıdan birilerinin girmesi kolay değildi. İşin kötü yanı, mahalleye bir kere girmiş, orada yaşamaya başlamış insanların, ama çaresizlikten ama alışkanlıktan, başka yerlere gidebilmesi de çok kolay olmuyordu. Etrafımız görünmeyen ve bütün gücünü bu görünmezliğinden alan bir şeylerle kuşatılmıştı; girilmeyen ve çıkılmayan yerlerde oturuyorduk. Her yanı açıktı, İstanbul’un her yerine yakın yolların ortasındaydı ama yine de girilmiyordu ve çıkılmıyordu. O karanlık sokaklarda, güneşi az gören evlerde, duvarları rutubetli odalarda, kadınların ve çocukların apartman önlerinde oturdukları mahallelerde, birbirimize baka baka ömrümüzü ve henüz doğmamış çocuklarımızın ömrünü tüketiyorduk. Hayal ettiğimiz her şey, hava kararıp da mahalleye döndüğümüz anda düzensiz bir mezarlık gibi üst üste yığılıyordu. İstanbul’un göbeğinde olduğumuz halde kimsenin fark etmediği bir şekilde hayatımızı sürdürüyorduk. İnsanlar arabalarıyla vızır vızır ana caddeden geçiyorlardı ama hiçbirisi yoldan çok değil, üç yüz metre içeriye girmeyi aklının ucundan geçirmiyordu. Bakınca anlıyorlardı oralarda bir yerlerde kötü şeylerle karşılaşabileceklerini. Daha semtin girişinde, kokusundan, renginden, duvarlarından, taşından, insanların yüzlerinden, seslerden anlaşılıyordu içeride boktan bir hayatın sürdüğü. Katili, gaspçısı, psikopatı, siyasisi, cigaracısı, şucusu bucusu derken semt taksicilerin girmekten imtina ettiği muhitlerden biri olarak biliniyordu. Orada bir pislik vardı ve şehir, kimseler fark etmesin diye bu pisliğin üzerini ucuz bir bulvar gazetesinin sayfalarıyla örtmüştü. Bize kalsa semtte bir tane bile kötü adam yoktu. Birilerini vurmuş da olsalar, birilerini yaralamış da olsalar, sağda solda mevzu çıkarmış da olsalar, siyasi vukuatlara bulaşmış da olsalar, gittikleri mekânlarda her türlü hadiseyi yapmış da olsalar bizim semtte bir tane bile kötü adam yoktu. Birileri gerçekten, ama gerçekten kötülük etmeye niyet etseler, içinde puştluk olan, insafsızlık olan herhangi bir kötülük diyorum, bunun gereği yapılıyordu zaten. Dışarıdan müdahaleye ihtiyaç duyulmuyordu o zamanlar. Oysa gerçek kötüler hiçbir suç izi bırakmadan başka muhitlerde geziyorlardı. Beyaz yakalarıyla rahat rahat ortalıkta dolanıyorlardı ve nedense hiç kimse onları dert etmiyordu; pahalı ayakkabılarıyla sahilde yürüyüşe çıkıyorlardı, kahve fincanlarıyla ve kurumsal kimlikleriyle plazalara giriyorlardı, sonra da naylon duyarlılıklarıyla, güneş gözlükleriyle, çokça anlatım bozukluklarıyla cümleler kuruyorlardı oturdukları kafelerde. Ekmekten, sudan, kadından konuşur gibi, yatırım araçlarından, indekslerden, paritelerden konuşuyorlardı ve hiçbir koşulda kötü olmuyorlardı. Masumiyetlerini neredeyse ucuza kapatılmış bir gayrimenkul gibi satın alıp kasada tuttukları tapuların arasına fırlatmışlardı. Onlar her koşulda iyi insanlar oluyordu ve bizim mahalledekiler eskiden beri kendilerine düşen bedeli ödemek zorunda kalıyorlardı. Cemal dayım da o bedeli ödeyenlerden. Fırtına Cemal henüz askere gitmemişti ama altında bordo bir Şavrole’si, bir de plakalı taksisi vardı. Rahmetli dedemden kalan son parayla almışlar. Cemal dayım arabalara düşkün, gezmeyi seven, hareketli bir adam. Biraz öfkeli ama merhametsiz değil. Zaman zaman vukuatlara girerdi. Başında dur yapma, etme diyecek bir babası yoktu. Büyük dayımlar mukayyet olmaya çalışırlardı ama güçleri yetmedi. Allah’a şükür semtte kimseye bir yanlışı, bir ahlaksızlığı görülmüş duyulmuş değildi ama içindeki adalet duygusu kimi durumlarda öfkesini yükseltirdi. Gözü karaydı ama vicdansız değildi. Muhitte böyle söz edilirdi arkasından. Annesinin sonu gelmeyen yalvarışları ve nasihatlerine dayanamayıp askere girmeye karar verince, aileden kimsenin ilgilenemediği taksi plakasını satmaya karar veriyor. Geçmiş zaman, paranın çok kıymetli olduğu zamanlar. Plakayı satmak için Taksim’de bir yere gidiyor. Yanında birisi daha var ama kim olduğunu bilmiyoruz. Daha önceden tanıdığı bir esnafın yanına gidiyorlar. Satış gerçekleşiyor ve esnafın dediğine göre parayı alıp çıkıyor dayım. Gidiş o gidiş. Bir daha da kimse haber alamıyor Fırtına Cemal’den. Polis plakayı alan esnafı sorguluyor ama adamın söylediklerinden bir sonuç çıkmıyor. Gerçekten de bir alışveriş gerçekleşiyor, şahitler var ve Cemal oradan parayla çıkıyor. “Yalnız” diyor esnaf, “yanında İngilizce konuşan birisi vardı.” Kimseler anlam veremiyor bu duruma. Cemal’in yanındaki yabancı kim olabilir? Ne anneannem ne annem, teyzem, dayılarım böyle birini tanıyorlar. Cemal’in takıldığı ortamlardan bir arkadaşı olabilir belki ama etrafta tanıyan bilen yok. Cemal kayboldu. Mesele iki kelimeyle insanın ağzından dökülüveriyor ama işte o iki kelime; bir insanın ismi ve kaybolmak, iki yanı keskin bir hançer oluyor ve söyleyenin dilini de kalbini de kan revan içinde bırakıyor. İstanbul’un altını üstüne getirdiler ama dayımı bulamadılar. Yer yarıldı, Cemal içine girdi. Artık nerede kaybolduysa ayağını bastığı toprak mezarı oldu ve içine düştü. Bir mezarlıkta olacağı düşüncesi iyice yerleşti herkeste. O zamanlar haberleşme böyle değil. Kimsenin kimseden haberi yok. Bir yandan polis, bir yandan da bizimkiler aradı. Yok yok yok. Cemal’in nereye gittiğini, nerelerde olduğunu bilen bir Allah’ın kuluna rastlamadılar. Hasan dayım çaresizce gazetelere kayıp ilanı verdi. Bulanların insaniyet namına filanca numaraya haber vermelerini isteyen ilanlardan bir tanesi. Gel gör ki insaniyet namı da her zaman bir netice getirmez. Aradan aylar geçti ama Cemal dayımdan ses seda çıkmadı. İnsan, hiç olmazsa sarılıp ağlayacağı bir cenaze arıyor bir süreden sonra. İlk zamanlarda, kayıp olması ölmesinden iyidir diye düşünüyorlar ama zaman uzayıp umut kesildikçe, sarılacak, ağlayacak, feri sönmüş de olsa gözlerinden öpecek, soğumuş da olsa göğsüne yaslanacak ve öylece toprağa koyacak bir cenaze olsun istiyorlar. Onu da bulamıyorlar. Hasan dayım bu kez yeni bir ilan verip resimdeki şahsı görenlere, bilgi verenlere para ödülü verileceğini duyurdu. Ne insaniyet namı ne de para Cemal dayımdan bir iz bulmaya yetti. Böyle böyle aradan dile kolay tam beş koca yıl geçti. Beş yıl sonra hiç beklenmedik bir şey oldu. Bizim semte yeni atanan bir polis müdürü dosyaları incelerken dayımın dosyası dikkatini çekmiş. Bizimkileri Fatih Emniyet Müdürlüğü’ne çağırttı. Bir an acaba haber mi var diye heyecanlandık ama ortada somut bir bilginin olmadığı kısa süre içinde anlaşıldı. Allah’ı varmış, o polis müdürü insaflı çıktı ve araştırmalara devam etti. Aradan altı ay geçmişti ki bizimkileri yine çağırdılar emniyete. Annemler artık umut etmemeyi öğrenmişlerdi ama her haberin peşine koşmayı bir vazife olarak görüyorlardı. Bunca yıldır yaşadıkları ağır hayal kırıklıklarından tekrar tekrar incinmemeyi, tekrar tekrar yaralanmamayı öğrenmişlerdi. Bu seferki haber farklıydı. Polisin elinde altı yıl önce kayıp olan bir şahsa ait bir saat ve bir de taşlı yüzük vardı. Cemal dayımın saati ve yüzüğüydü masada duran. Bedenine dokunur gibi dokundular saate ve yüzüğe. Kardeşlerinin başını okşar gibi dokundular. Küçük kardeşlerinin ellerinden tutar gibi. Polisler, İstanbul’un dışında bir yerde, askeriyenin dikenli tellerle çevrili arazisinin hemen yanında, yerleşimin olmadığı bir kırsalda, altı yıl önce, tabancayla kurşunlanarak öldürülmüş genç bir adamı bulmuşlar. Üzerinde hiçbir kimlik olmayan bu genç adamın eşyaları bir yere kaldırılmış. Cenaze birkaç ay morgda bekletilmiş fakat kim olduğu belirlenememiş. Seksen öncesi ortalığa saçılan kimliksiz cenazeler düşünülünce açıkçası pek kimsenin umurunda da olmamış. İki ay sonra da kimsesizler mezarlığına defnedilmiş. Fırtına Cemal’in kaydı belgelere böyle geçti. Hayatı kadar kısa bir rapor tutulup dosyaya eklendi. Öldüğüne üzülmedik mi? Üzüldük tabii. Çok üzüldük. Ama daha kötüsü gururumuza yediremedik. Bizim mahallede de birileri ölüyordu, öldürüyordu ama böyle olmuyordu. Vuran da belli oluyordu, vurulan da. Vurduktan sonra, kolluklar gelip alsınlar diye cesedin başında bekliyorlardı bazıları. Çünkü ölüme ve ölülere saygı duyulması gerekiyordu. Birbirine delice öfke duyan, nefret eden, yok edecek kadar düşmanlık edenler bile hasımlarının ölülerine yas tutma hakkını çalacak kadar alçalmıyorlardı. Öldürdüklerini bir yerlerde gizleyerek yakınlarının acısını bitimsiz bir ağıda döndürmüyorlardı. Ağır bir kabahatin üstüne utanç verici bir hainlik eklemekten kaçınıyorlardı belki de.
Tarık Tufan |
558 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |