• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

Edebiyat Gazetesi

Kültür Sanat Edebiyat Haber Gazetesi

Öykü Penceresi
epazardanal.com
Yitik Ülke Defne Suman

Yitik Ülke

 

  • Defne Suman

 

 

Anneannem bir gün ortalıktan kayboldu. Üst üste üç gün annemin telefonlarına yanıt vermeyince komşusunu aradık. Ani Teyze anahtarıyla anneannemin dairesine girdi. Ev boştu. Düzenliydi. İçinde yayam yoktu.

“Ben giderim” dedim. Annem üzgün, başını salladı. Babam başta razı gelmedi. Yedi göbek Atinalıydı. İstanbul’dan korkardı. Biz annem, Stelyo ve ben yaz tatillerinde yayayı görmeye gittiğimizde işini bahane eder bizimle gelmezdi. Ama biraz dil dökünce benim gitmemin en makul şey olduğunu o da kabullendi. Abim Stelyo bir mimarlık bürosunda işe başlamıştı. Annem dizindeki menisküs yüzünden fazla yol yürüyemezdi. Ben yüksek lisans tezimi yazıyordum. Vaktim vardı. Ailedeki en iyi Türkçe benimkiydi. Çocukluğumdan beri tüm yaz tatillerimi, sektirmeden, İstanbul’da anneannemin yanında geçirmiştim. Şehri tanıyordum. Arkadaşlarım vardı. Babam anneannemin evinde tek başıma kalmamdan ürküyorsa, onlarda kalırdım. Üstelik ailede anneannemin adını taşıyan kişi de bendim.

Kimse ağzına almaya cesaret edemiyordu ama hepimiz İstanbul’da yayanın ölüsünü bulacağımı düşünüyorduk. Cesedini ya boş bir arsada, ya aşağıda denize yakın surların dibinde ya da daha fenası bir çöp kutusunda bulacaklardı. Biz de cenazesini kaldırıp onu mahallesindeki mezarlığa gömecektik. Annemler o zaman İstanbul’a geleceklerdi tabii. Bekçinin eline para tutuşturacaktık mezarına iyi baksın, sarhoşlar başındaki istavrozu parçalamasınlar diye. Evi boşaltıp satması için avukata vekâlet bırakacak, sonra da hep beraber Atina’ya dönecektik. Havaalanında Stelyo’yla vedalaşırken asılı kalan yarım cümlelerimizle birbirimize bunları söyledik.

İstanbul her defasında olduğu gibi beni gerçeğiyle sarstı. Metroyla yayamın evine giderken uzaktayken hasretini duyduğum şeylere kavuşmak için İstanbul’da ne çok çaba harcamam gerektiğini hatırladım. Bu her sene böyle olurdu. Kışın İstanbul’u, vapurları, Büyükada’nın çamlarını, Beyoğlu’nun kahvelerini, Nişantaşı’nda dostlara rastlayıp hemen bir yere çöküvermeyi özlerdim. Yaz başında İstanbul’a vardığımda ise iki dirhem sefa ve güzellik uğruna çektiğim zahmet ve etrafımdaki kasvet beni şaşkına çevirirdi. Şehrin kendisi değil, bendeki bellek kaybıydı beni çarpan. İstanbul’dan uzaklaştığım an, gerçeğinin yerini imgesi alıyordu. Tüm seneyi bir imgeyi özleyerek geçiriyordum.

Metro ağzına kadar doluydu. Bavulumla vagondan inmek, aktarma için yüzlerce insanın bir nehir gibi aktığı üst geçitlerden, yürüyen yollardan geçmek, kapıları kapanmak bilmeyen asansörlere inip binmek zorunda kaldım. Yine de imgeyle gerçeğin örtüştüğü anlar vardı. Anneannemin mahallesine vardığımda burnuma gelen iyot kokusu, saçlarımı dağıtan serin mavi rüzgâr, martı sesleri... Duraktan yayamın evine, başım önümde, sesleri ve kokuları, tenimdeki hisleri duyarak yürüdüm. Bavulumu eve bıraktım. Arka odaların panjurları kapalıydı. Küçük meydana bakan salon penceresinin sadece tülleri çekilmişti. Anneannemin yokluğu odalara, eşyalara sinmişti. Üşüdüm. Elimi yüzümü yıkayıp tekrar dışarı çıktım. Polis karakolunda beni karşılayan Başkomiser Murat düzgün bir tipti. Geniş beyaz alnı bana güven verdi. Çay içtik. Açık konuştu. Fazla ümitlenmemeliydim. Mahalledeki yaşlı Rum ve Ermeni kadınlar yatak odalarında, mutfaklarında boğulmuş, bıçaklanmış veya başlarına aldıkları bir darbeyle ölmüş bulunuyorlardı. Başımı salladım. Cinayet haberleri Atina’ya geliyordu. Her defasında annem telefonda ağlıyordu. Yayam, “Beni merak etmeyin siz” diyordu. “Ben iyiyim burada. Orada haberleri hep abartırlar.”

Ortadan kaybolmadan önce anneannem evindeki eşyaların yerini değiştirmiş. Bunu eskiden de yapardı. Çocukluğumda, bebek evimin düzenini değiştirip durmam gibi yaya da aklına estikçe yatağını benim yazları kaldığım misafir odasına taşır, tek kişilik karyolayı salona sedir eder, boşalan arka odayı kâh kütüphane kâh dikiş ve ütü odası olarak değiştirirdi. Bu defa iyice abartmış, iki kişilik yatağını salona taşımış, televizyonun karşısına koymuş, yemek masası takımıyla salonun büfesini içinde kristalleri ve gümüşleriyle beraber yatak odasına götürmüştü. Eski kokulu kitaplarıyla Aynalı Çeşme Sokak’taki evden kalma ceviz kütüphane de salonda büfenin boşalttığı duvara dayanmıştı. Tüm bu ağır, masif sehpaları, kitaplığı, mermer üstlü aynalı konsolları taşıması için mahalleden çocuklar çağırırdı. Yıllardır süren bir oyundu bu. Yazları adaya taşınmadan önce günler süren “ev kapatma” sırasında da yayam mahalleden iki üç oğlanı çağırır, ellerine biraz para sıkıştırır, hadi yavri mou tutasın şu kanepeyi ucundan, şu karşı köşeye çekersin diye iki günde evin altını üstüne getirirdi.

O oğlanlardan biri yayamın boğazını sıkmış olabilir mi? Başkomiser Murat cinayetleri mahallenin çocuklarının işlediğinden şüpheleniyordu. Kanıtlayamıyorlardı. Aileler çocukları saklıyor, onlar lehine tanıklık ediyorlardı. Rum kadınların kilerlerinde, bahçelerindeki küplerde, yastık içlerinde çil çil altınlar sakladıklarına dair inanış hâlâ sürüyordu. Bazen de boyunlarındaki iki gramlık altın için ihtiyarların canına kıyıyorlar, sonra da firar ediyorlardı. Benim gibi kalkıp Atina’dan gelecek akrabası bulunmayan ninelerin ölüsünü gömme işini cemaat üstleniyordu. İsmini Hanım şanslıydı. Onu aramaya gelen bir torunu vardı. Az kalsın gömmeye diyecekti Başkomiser Murat. Tam zamanında sustu. Bakıştık.

Akşam annem telefon etti. Anneannemin salona taşıttırdığı yatağa yeni çarşaf seriyordum. Çarşaflar gliserin kokuyordu. Yastıkların içinde pamuklar hep toplanmış. Üşümem geçmemişti. Dönüp dönüp kaloriferi kontrol ediyordum. Yanıyordu. Elimde telefonla giriş kapısının yanındaki maroken koltuğa attım kendimi. Anneannemin ev telefonu burada, konsolun üzerinde dururdu. Hâlâ da oradaydı. Sanki o koltuktan başka yerde telefonda konuşulamazdı bu evde. “Biliyorsun, anneannen gençliğinde evden kaçardı” dedi annem. Sesinde incecik bir umut. Onun bana bu hikâyeyi eskiden de anlattığını hatırlıyordum. Meraktan çok, sevdiği öyküleri annesinden bir daha duymak isteyen çocuğun mahmurluğuyla sordum. Yayamın evdeki eksikliği beni germiş, yormuştu.

“Ne kadar eskiden?”

Yanıtını biliyordum. Aynalı Çeşme Sokak’ta yaşadıkları yıllarda. Dedem o köprüden geçmeden önce. Hacopulo’nun avlusundaki oyuncakçı dükkânının hâlâ onların olduğu yıllarda. Arkadaşları annemi kıskanırmış. Akşamları babasının eve ellerinde kollarında paketler, içinde taş bebekler, ipin ucunda dans eden kuklalar, tüylü ayılarla döndüğünü hayal ederlermiş. Oysa dedem aksi bir adammış. Kızını şımartmak istemezmiş. Parası da kıymetliymiş. Anneme isim günü yortusunda oyuncak değil, kitap armağan edermiş.

“Annem beni okula, babamı dükkâna gönderdikten sonra evden çıkar, anacaddeden geçen tramvaya atlayıp şehrin bilmediği yerlerine giderdi.”

“Nerelere mesela?”

“Bilmiyorum ki. O da bilmezdi. Olayı oydu zaten. Gittiği yeri bilmemek. Orada hiç kimse olmak belki. Babam akşam öfkesinden küplere binerdi. Sıkıştırır, sorar, kimlerle görüşüyorsun, nereye neden gidiyorsun? İsmini, sen deli misin? Bizlerin, hele hele senin kadın başına ücra mahallelerde tek başına dolanacağı zamanlar mı bunlar?”

Onları Aynalı Çeşme Sokak’taki evin sürme kapılarla salondan ayrılan yemek odasında, sofrada otururlarken hayal ettim. O yemek masası ve takımı devlet dedemin dükkânına ve evine el koyunca buraya, yayamın ailesinden ona kalmış olan bu ufak daireye gelmişti. Çok büyüktü. Kalabalık ailelerin Pera’daki yüksek tavanlı, beyaz badanalı, salon-salomanje dairelerde, üç nesil beraber yaşadıkları zamanlarda marangoz elinden çıkmıştı. Bu evde, salonda bile göze batardı. Yayamın onu tıkıştırdığı yatak odasınınsa tamamını kaplamıştı. Bir elimde telefon, kalktım, yatak odasının kapısını ayağımla itip içeri girdim, masanın başına geçtim. Annemi, çocuk Lena’yı düşündüm. Aksi babası bağırıyor, annesi inatçı bir suskunlukla bir köşede çorbasını kaşıklıyor. Lena çocuk ama cemaatlerine mensup kadınların tek başına sokaklarda dolaşmaması gerektiğini biliyor. Babasının dükkânı daha yeni talan edilmiş. Mavi boyalı trenler, kurşun askerler, düdükler, çıngıraklar sokaklara dökülmüş, paramparça edilmiş, babasının ondan esirgediği dantel elbiseli taş bebeklerin saçları avlunun çamuruna bulanmış, insanlar başını ezip geçmişler. Babası eve döndüğünde, Lena sokaktaki kudurmuş kalabalığın babasının yüzüne bir şey yaptıklarını sanmış. Öyle değişmiş, çarpılmış yüzü. Ama sonradan öğrenmiş, yüzüne dokunmamışlar babasının. Gömleğinin altın kol düğmelerini kopartıp almışlar sadece.

Annem telefonu kapattıktan sonra arka odada, masada oturmayı sürdürdüm. Kapalı panjurların arasından sokak lambasının ışığı dilim dilim eşyanın üzerine düşüyordu. Gölgelerin arasından her an birisi çıkacakmış gibi geldi. Yayam değil de başka biri. Bir hayalet belki. Düpedüz ürküyordum. Babamın sözünü dinleyip bir arkadaşımın evinde kalmalıydım. Belki yarın taşınırdım.

O gece, salonda yaptığım yatağa yattığımda bir anımı hatırladım. Anı da denmez ya. Çocuğum. Gece yarısı. Palio Faliro’daki apartmanda, eski asansörün önünde ayakta duruyorum. Yanımda annemle babam. Üzerimde geceliğim. Ayaklarım çıplak. Mozaik taş zemin serin. Ağlıyorum. Abim pijamasıyla eşikte durmuş, olup biteni seyrediyor. Annemle babamın her zamankinden daha yumuşak, şefkatli dokunuşlarını duyuyorum. Omuzlarımda. Sırtımda. Alçak sesle, sevecen bir tonda konuşuyorlar. Oysa bana kızmaları lazım. Evden kaçmaya çalışıyorum. Azarlanmalıyım. “Gel yatağına dönelim İsmini” diyor babam fısıldayarak. Hıçkırıyorum. “Gitmem gerek ama.” “Yarın gidersin” diyor annem. “Şimdi yatağına dön, uyu.” Uyurgezerleri uyandırmamaları gerektiğini ikisi de biliyor. Ertesi sabah, kahvaltı sofrasında bu konu hiç konuşulmuyor. Olmamış, yaşanmamış gibi. Belki de rüyaydı dedirtecek gibi. Kimse bana nereye gitmem gerektiğini sormuyor. Stelyo bile sus pus.

Sabah erkenden eski mezarlığa gitmek üzere evden çıktım. Gece yağmur yağmış. Parke taşları ıslak parlıyordu. Küçük meydanı koşarak bir anne geçti. Elinden sürüklediği tombul oğlanın sırtındaki çanta gözümün önünde bir sağa bir sola savuruldu. Oğlan servise binip de diğer çocukların arasına karışınca annesini unuttu. Kadın yorgun ama rahatlamış yüzüyle meydana döndü, merdivenlere yönelecekken göz göze geldik. Bir an bir şey söyleyecek sandım. Yayamla ilgili bir şey. Ya da belki konuşmayı ben başlatmalıydım. Kendimi tanıtmalı ve sormalıydım. Büyükannemi gördünüz mü? Adı İsmini. Şu apartmanın giriş katında oturur. Penceresinde kurumuş sardunyalar olan ev, evet. Akşamları kedilere et suyuna banmış ekmek pay eder. Şurada, sizin demin indiğiniz merdivenlerin dibinde. Bildiniz mi?

Kadın başörtüsünü çözüp bir daha bağladı. Yanımdan geçip gitti. Keşke benim yerime İstanbul’a Stelyo gelseydi. O bu kadınla konuşurdu. Abim Türkçesinin bozukluğuna aldırmaz herkesle konuşurdu. Camları buğulu börekçiden içeri başını sokar, aşağıdaki deri atölyelerine gitmeden önce yağlı kâğıtlar üzerinde fırından taze çıkmış kol böreği yiyen işçilerin eline anneannemin fotoğrafını tutuştururdu. Meydanın arkasına düşen taksi durağında oturmuş gelen geçeni seyreden şoförlere, kahvede şakır şukur okey oynayanlara, hastaneye koşturan yamulmuş pabuçlu hemşirelere, pazarda zeytin tartan göçmenlere bile yayamı sorardı. Fotoğraf yağlı, kirli, eldivenli ellerde dolanırken sallanan başların bir suçu örtbas etmeye çalıştığını da düşünmezdi benim gibi.

Bense mahallede sadece elektrikçiye ve onun yanındaki esnaf lokantasına uğramıştım. Dün karakoldan çıktıktan sonra. “Bu Madam teyze” demişti elektrikçi ona uzattığım telefonumun ekranındaki fotoğrafa bakarken. Kendinden emindi. “Geçende modemi bozulmuştu, ben gidip onardım. Pek severiz biz teyzeyi burada.” Parmağı umarsızca telefondaki diğer fotoğraflara gidince elinden aldım. Esnaf lokantasının garsonu çat pat Türkçe konuşuyordu. Ondan bana hayır gelmezdi. Kasadaki beyaz önlüklü adam da “Madam bu” dedi. “Fırından ekmek alırken sabahları selamlaşırız. Kime sorsan bilir.”

Anlaşılan mahallelinin kafasında, tüm yaşlı Rum ve Ermeni kadınlar Madam teyzeydi. Birini diğerinden ayırmak mümkün değildi. İsimleri yoktu. Hepsini tek bir kişi zannediyor da olabilirlerdi. İki gün önce gördükleri kişinin yayam olmadığını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Kusursuz Türkçe konuştuğumu iddia edemem ama elektrikçiyle lokantacıya derdimi anlatamayışım dil sorunu yüzünden değildi. Ben “Anneannemin ismi İsmini. Dün sabah görmüş olamazsınız, çünkü bir haftadır kayıp” dedikçe onlar fotoğrafa bir daha bakıp, “Ne demiştin ismine?” diye soruyorlardı. Kadın kırk yıldır burada yaşıyordu. Bir kişi bile çıkıp “İsmini Hanım bu yahu” demiyordu. “Hastanede çalışırdı.” Gerçi ben de onları tanımıyordum. Mahalle değişiyordu. Eski dükkânlar kapanıyor, bayilikler açılıyor, sokaklar kazılıyor, taşları değişiyor, aşina olduğum yüzler bir yazdan diğerine değişiyordu.

Mezarlıktan içeri girdim. Ağaçlar bir anda sahil yolundan gelen uğultuyu kesti. Karga bağırtıları ile serçe cıvıltıları duyuldu. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Işık demet demet yaprakların arasından bakımlı Müslüman mezarlarının temiz mermerlerine, muntazam patikaların çakıl taşlarına düşüyordu. Bizim tarafa geçtim. Aradaki kapı açıktı. Bekçi ortalıkta görünmüyordu. Dört ayrı din ve mezhepten insanın bir arada gömüldüğü bir mezarlıktı burası. Anneannemin hastanede beraber çalıştığı bir arkadaşının cenazesi için gelmiştik bir defa. Bekçinin karısı yayama dert yanmıştı. Gece sarhoşlar girip mezarları tahrip ediyorlarmış, sonra da köpekler gelip açılan mezarlardan kemikleri çıkartıp etrafa saçıyorlarmış. Gerçekten de kapakları kırılmış mezarların içinden kafatasları, kaval kemikleri görünüyordu. Hızlı hızlı yürüdüm. Nereye gittiğimi bilmeden. Sol taraftaki Ermeni mezarlığında siyah elbiseli iki yaşlı kadın ellerinde sulama kovalarıyla geziniyorlardı. Mezarlıklar hep onlarla doluydu. Ellerinde fideleri, çiçekleri, kovaları, ağızlarında duaları, semt pazarında tezgâhlar arasında yürür gibi rahat, birbirleriyle söyleşerek mezarlar arasında yürüyen, ağrıyan dizlerinden yakınan ikili üçlü kadınlar. Madam teyzeler.

Bir kadın kolumu tuttu.

“Babaannemin kabrini arıyorum. Burada bir yerde olması gerek. Bekçi yardım etmiyor. Sen beni götür oraya kızım, haydi.”

Kadının beyaz buruşuk gerdanından eski moda bir sabun kokusu geliyordu. Bana uzattığı şişkin not defterini elinden aldım. Her sayfasına isimler, sayılar yazılmış, mezar olduğunu sandığım krokiler çizilmişti. Kadına bir daha baktım. Yaşını tahmin etmeye çalıştım. Nereden baksan seksen üzeriydi. Nedense onun da bir babaannesi olabileceğini hayal edemiyordum. Ama neden olmasın? Etrafımda, toprak altında elli, yüz, yüz elli yıl önce ölmüş insanlar yatıyordu. Zamana kıyasla hayat ne kısaydı. Kadın bana mezar taşlarının üzerinde yazan isimleri tek tek okuturken bir yandan da ümitsizce “Gelinim sattı biliyorum, mezarlıklar pahalandı” diye ağlıyordu. “Hayaleti musallat oldu. Yattığı yeri bulsam, o da huzura erecek ben de.”

Akşam anneme telefon ettim.

“Sence anneannem şehrin bilmediği ücra köşelerinde ne arıyordu?” Yanıt vermedi. Polisten haber var mı diye sordu. Sonra da İstanbul’da ne kadar kalmayı düşündüğümü.

“Daha yeni geldim anne! Ne bileyim.”

“Bana çok uzunmuş gibi geldi de” dedi çaresizce. Üzüldüm onun için.

Takip eden günlerde Başkomiser Murat’tan haber beklerken sur içi mahallerinde gezindim. Duvarların dışında şehir uğuldarken içeride hayat ağır ve sakin akıyordu. Kadınlar ellerinde alışveriş arabalarıyla yürüyor, yaşlı adamlar parklarda güvercinlere yem atıyordu. Lise yıllarımda, yaz tatillerinde anneannemle kaldığım zamanlar buralara gelmezdim. Arkadaşlarımla Taksim’de buluşurduk. Atina’dakine benzer geçerdi günlerimiz ve sabahlara kadar içip eğlendiğimiz gecelerimiz. Belki şimdi de Beyoğlu’na çıkmalıydım. Yayamın orada yaşayan dostları vardı. Ara sokaklarda, girişi pislik içinde, ara katları muhtelif kuaför, kumarhane, atölye olarak kullanılan kalın duvarlı soğuk binaların en üst katlarında, muazzam manzaralı dairelerde, antikalar arasında otururlardı. Onları ziyarete beraber giderdik. Yayam soluk soluğa merdivenleri tırmanırken koluma girerdi. Ya da hastaneye uğramalıydım. Dedem sürüldükten sonra yayam hastaneye memur olarak işe girmiş, emekli olana kadar da orada çalışmıştı. Komşusu Ani Teyze’yi biraz daha sıkıştırabilirdim en azından. Bütün söylediği “Kızım benim bildiğim de seninki kadar işte, geçen çarşamba beraber pazara gittik. Sonra bir daha görmedim” olmuştu. Ne zaman evine çıksam ağlamaya başlıyordu.

Kimisi harabeye dönmüş, kimisi camiye ya da müzeye, kimisinin yerinde taş taş üzerinde kalmamış eski tapınakların arasında gezinirken anneannemi şehrin hiç bilmediği köşelerine taşıyacak tramvaya bindiren arzuyu içimde hisseder gibi oldum. Gitmeliydi. Başka seçeneği yoktu. Arzudan çok bir buyruktu bu. Ne tuhaf. Sonunda giden değil, kalan olmuştu yayam. Köprüden geçen dedemdi. Elinde sedef başlı bastonu. Sırtında Peralı terzilerin diktiği şık kostümü. Kucaklarında bohçaları, sepetleri, kedileri, peşlerinde sürükledikleri çocukları, valizleriyle yürüyen sessiz, ince, uzun sürünün arasında yeni ülkesine tek başına varan dedemdi.

Öykülerde köprüler bir şeyleri bağlar. Ya da arada kalınır. Araftır. Bizim ailedeki köprü sahnesi ise kimseyi kimseye bağlamaz, ayırır. Tam ortasından. Kılıç keskinliğiyle dedemi anneannemden, annemi babasından, gurbeti sıladan, o tebaayı bu tebaadan.

Yayam annemi bahane etmiş:

“Lena liseyi bitirsin biz öyle gelelim.”

Onlar sürgünden muaf taraf. Dedem bir gecede sürülenler arasında. Köprünün üzerinde kutsal topraklarından kovulmuş bir halkın utancını taşıyan başlar hep önde. Yarım asırdır devam eden sürgünün kuyruğunun ucunun ucundaki aksi oyuncakçınınki de öyle.

Lena liseyi bitirdi. Üniversiteye Atina’ya gitti. Babasının yanına yerleşti. Avukat çıktı. Evlendi. Stelyo doğdu. Sonra ben. Yayamın ismini verdiler bana âdet olduğu üzere.

Vaftiz törenime bile gelmedi.

Yayam o köprüyü hiç geçmedi.

Yatağı tekrar arka odaya, Aynalı Çeşme’deki evden yadigâr yemek masasıyla büfeyi salona taşıttırdım. Akşamları yazmaya başladım. Önceleri gündüz gezdiğim eski Bizans tapınakları hakkında notlar alıyordum. Belki tez konumu değiştiririm diye düşünüyordum. Gel zaman git zaman, Başkomiser Murat’la sık sık görüştüğümüz için midir nedir, tezi boş verip bir polisiye öykü yazmaya başladım. Öyküm, camiye çevrilmiş ve sonra da mahalle köşesinde unutulmuş eski bir manastırda işlenen bir cinayeti konu alıyordu. Bazı akşamlar elim yazıyor, ben çıkan satırlara bakakalıyordum. O zaman hiç bilmediğim bir tatminle doluyordu içim. Bazı akşamlarsa iki satır karalayıp kâğıdı atıyordum. Teselli bilmez bir matem kaplıyordu ruhumu. Sabahları bir haber var mı diye polis karakoluna uğradığımda Murat’a simit götürüyordum. Çay içiyorduk. Anneannemden haber çıkmıyordu. Bana öykümü soruyordu. Anlatıyordum. Başarısızlık duygusunu unutuyordum. Suskunluğu doldurmanın en iyi yolu buydu.

Kırk yıldır aynı evde yaşayan anneannemi bir türlü çıkaramayan mahalleli dört ayda benim hakkımda her türlü bilgiyi edinmişti. Babamın tüm endişelerine rağmen ben kendimi güvende hissediyordum. Eşyayı odadan odaya taşısınlar diye tuttuğum çocukların yüzlerinde gördüğüm saflıktan belki, belki de her akşam yazma niyetiyle yemek masasına oturduğum için.

Öyküme kaptırmış gittiğim bir gece vakti annem aradı.

“Ne zaman dönüyorsun?”

Bu saatten sonra artık yayamdan ümidi kesmeliydik. Sabırsızlandı.

“Ne bekliyorsun hâlâ?”

Sustum.

Onun evin yolunu bulmasını bekliyorum, diyemedim. Sadece anneannemin değil, yolun da çoktan kaybolduğunu söylemesinden korktum galiba. Köprü bile o köprü değildi artık. Telefonu kapattık. Biraz buruk. Biraz eksik. Salona dönüp yemek masasına kâğıtlarımın başına geçtim. Eşyaların arasında ısrarcı bir hayalet beni izliyormuş gibi geldi.

  
507 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın