Yunus Emre coşkusu tüm içtenliği ile dergilerimizde işlenmeye devam ediyor. Yunus’la ilgili yazılanları okudukça ister istemez içimize gelip konuyor şu cümle; ne çok Yunus varmış meğerse bizim gönlümüze dokunan.
Muhit Dergisi de 17. sayısında bir Yunus dosyası ile çıktı. Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Yunus Emre’nin yaşadığı dönem aynı zamanda Batı ve Kuzeybatı Anadolu başta olmak üzere Ahi teşkilatının oldukça faal olduğu bir dönemdi. Ahiler kurdukları zaviyelerde gelip geçen yolculara, gariplere, kimsesizlere, çaresizlere, aç ve açıkta olanlara yardım ediyorlar, kardeşlik, cömertlik ve şecaatin en önemli temsilcileri oldukları açık bir şekilde ortaya koyuyorlardı. İbn Battuta Seyahatnâmesi başta olmak üzere dönemin kronikleri ve sonraki dönemde meydana getirilen Tahrir Defterlerinde yer alan bilgiler Yunus’un yaşadığı yüzyılda ahilerin toplum ve iktidar nezdinde üstlendikleri fonksiyonları açık şekilde ortaya koymaktadır. Ahiler, Osmanlılar başta olmak üzere Kadı Burhaneddin Devleti, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Hamidoğulları, Teke Oğulları, Menteşeoğulları, İsfendiyaroğulları, Eratnalılar ve Karamanoğulları beyliklerinin topraklarında hayli aktiflerdi. Bu dönem aynı zamanda adı geçen beyliklerin oldukça ihtişamlı mimari eserler inşa ettikleri, hemen her beyliğin başkentinde muazzam ulu camilerin, tekke, zaviye ve medreselerin boy gösterdiği bir süreci de kapsıyordu. Beylikler devrinde bazı tarikatlar da yayılma göstermişti.” Haşim Şahin
“Yunus, Cumhuriyet döneminde entelektüel kriz içerisinde olan pek çok aydının tutunduğu bir dal olmuştur. Mamafih o, Rıza Tevfik’ten Fuat Köprülü’ye, Necip Fazıl’dan Burhan Toprak’a, Abdülbaki Gölpınarlı’dan Sabahattin Eyüboğlu’na, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Nurettin Topçu’ya ve Mehmet Kaplan’a, Yakup Kadri’den Kemal Tahir’e, Talat S. Halman’dan Sezai Karakoç’a, Pertev Nail Boratav’dan İlhan Başgöz’e akademi ve edebiyat dünyasının farklı cenahlarında bilim ve düşünce üreten pek çok kimseyi, kendi bulundukları dünya içerisinde onaran saadet ve esenlik iksirini üreten bir kimyagerdir.” Bilal Kemikli
“Bir Yûnus şiiri, okumasını bilene, nice irfan, bilgi, tecrübe ve görgü bağışlayabilir. Onlarca kitapta ancak bulunabilecek, binlerce satırdan alınabilecek duygu, düşünce ve öğüt bir tek şiirde sırlanmış olabilir. Her okuyuşunuzda, arzunuza ve hazırlığınıza göre, size bir hakikati işmar edebilir. Yeni buluşmalarda üstü sırlanmış güzellikleri duyurabilir, yolumuza ışık düşürecek yepyeni sözler söyleyebilir. Yeter ki şiiri okumaya ehil olalım. Yûnus şiirleri; bir şölen sofrasındaki birbirinden lezzetli yiyeceklerin bedeni beslediği ve nefsi doyurduğu gibi, zihnimizi ve gönül bağımızı çiçeklendirmeye hazırdır.” Turan Karataş
“Yunus Divanı dikkatle okunduğunda aslında onun kendini anlamamız için bize kapılar açtığını ve sonraki zamanlardaki çarpık yorumlara nasıl cevaplar verdiğini de görürüz. Mesela şiirlerinde geçen “aşık”, “miskin”, bî-çare, derviş” gibi sıfatlar Yunus’un kendini anlatma biçimi olarak görülmelidir. Böyle bakıldığında mesela “Tanrı birdir Hak’dır Resûl” diyen birini nasıl din dışı bir zemin de ele alabilir yahut inancını sorgulayabiliriz? Yine şiirin kaynağı ne idi sorusuna cevap arayanlara daha o zamandan “Yunus’un sözi şi‘irden ammâ aslıdur kitâbdan / Hadîsile dinene key bilgil sâdık olmak gerek” diyerek onların anlama işini kolaylaştırmıştır. Mesela hümanist miydi diye soranlara da “yaratılmışı severiz Yaradan’dan ötürü” diyerek verdiği cevapla insanı yüceltmek adına Tanrı’yı devreden çıkaran seküler, materyalist anlayışa daha kendi zamanında karşı çıkmış ve kendisiyle ilgili yanlış anlamaların yolunu kesmiştir.” Mustafa Özçelik
“Yunus Emre’nin yaşadığı Selçuklu çağı adaletin, hoşgörünün, ihtiramın ve tahammülün şöhret bulduğu çağdır. Bu dönemin sembollerinden olan Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli gibi Yunus Emre de İslâm’ın özünde yatan sevgi ve hoşgörü anlayışıyla her kesimden insanı kucaklamıştır. “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” şiarıyla beslenen eserlerinde insan unsurunu öne çıkarmış ve gönüllere dokunmuştur. İşte bu değerlerle Selçuklular zamanı ortak yaşama iradesinin, kültürünün ve medeniyetinin timsali olmuştur. Yunus Emre yaşadığı dönemde Türklerin ortak şuuruna tercüman olmuştur. Halka ilaç olmuş, halkın ıstıraplarını, sıkıntılarını gidermeye çalışmıştır. Eserleri ile dönemin kültürel durumunu, sosyal yapısını ve psikolojik halini ölümsüz kılmıştır.” Tülay Metin
“Kendini bilmenin şuurunu şiirleştiren Yunus, Hikmet Dağı’nın en büyük alimlerindendir. O, ilmî idrakini şiirleriyle aktarmıştır. Onun şiirlerini hakkıyla te’vil ve tabir eden hem nazarın hem hikmetin hem de irfanın onun gönül dilinde ne kadar engin ve zengin olduğunu görür. O bu yanıyla da kendi üzerinden yapılacak istismarların önüne de geçer. Bize irfanın bâtinilik ya da hevâ ve hevese dayalı bir mistiklik olmadığını öğretir. Söylediklerinin ve eylediklerinin bir fıkha, bir mantığa dayandığını anlatır ve yine kendi ölçüsünü kendisi koyar:
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme,
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.” Dursun Çiçek
“Türkler ve Kürtler de, sağcılar ve solcular da, Yunus Emre’nin değeri konusunda hemfikirdir. Dünya görüşü ne olursa olsun, birçok önemli isim, Yunus Emre hakkında kitap çıkarmış veya Yunus divanını yayına hazırlamıştır. İşte onlardan bazıları: Abdullah Rıza Ergüven, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Kabaklı, Cahit Öztelli, Cevdet Kudret, Erdoğan Alkan, İskender Pala, Konur Ertop, Memet Fuat, Mustafa Necati Bursalı, Mustafa Özçelik, Muzaffer Civelek, Muzaffer Uyguner, Nezihe Araz, Sabahattin Eyüboğlu, Sezai Karakoç…” İbrahimTenekeci
Asrın İdraki ve Para
Adını en çok andığımız ve hayatın merkezinde tuttuğumuz ama üzerinde çok da fazla düşünmediğimiz bir kavramdır para. Kullanırız ya da kendimizi kullandırırız ama para üzerine düşünmeyi çok da istemeyiz. Bunu ekonomistlere bırakırız genelde. Oysaki paranın ekonomiden öte anlamları da vardır. Hem de oldukça sosyolojik ve felsefî.
Erol Göka, para üzerine yazmış Muhit’te. Paranın yüzünü her yönüyle ele alıyor Göka. Karşımızdaki gücün farkındayız. Ona göre takınacağımız tavır var yazının cümle aralarında. Paranın tarihine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
“Paranın hükümranlığı ile insanın eylemlerini akılcılaştırılması (rasyonelleştirme) at başı gider. Para ekonomisi, nakit rezervli banknotları içeren parasal işlemler, yüksek zihinsel faaliyet gerektirir. Zekâ, zihinsel enerjilerimizden en değerlisi olarak görülmeye başlanır. Zekâ ve entelektüel görünümün, eğitimin önemi, böylece artar. Takas ekonomisinin aksine, saf bir mübadele aracı olan para sayesinde modern ekonomi, sonsuz sayıda mübadele imkânı sağlar.”
“Paranın yaşadığımız toplumdaki ve psikolojimizdeki temel önemini anlamaksızın, bu dünyaya köklü bir itiraz geliştiremeyiz. En radikal söylemler bile, paranın hükümranlık aygıtının volan kayışlarını sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Öyle ki bu radikal söylem sahipleri, dünyayı anlamada şu şarkı sözlerinin yazarından bile çok geridedirler. “Bilsen neler dönüyor şu garip dünyada / Arkadaşlık düşmanlıkla yan yana / Bazen sebep bir aşksa çoğu zaman da para / Değiştirir insanları hep bir anda…”
Kendi Kitabının Okuru ve Yazarı Olmak
Leyla İpekçi, bir yazarlık dersi inceliğinde kaleme aldığı yazısı ile Muhit’te. Yazarken takip edilecek yolun işaretlerini sıralıyor yazısında. Yazmak ama önce kendini bilerek, ne yaptığının idrakinde olarak yazmak. Özellikle genç arkadaşların satır satır not etmesi gereken ayrıntılar var yazının satır aralarında.
“Ne yazacaksın? Nedir niyetin? Fikir, yorum ve bilgi açısından sormuyorum. Yazacağın şeyi baştan sona kendi içinde “görüyor” musun kelimesiz halde? O sesi ve nefesi çekebiliyor musun? İşte saf niyet, yoğun odaklanma ve kesintisiz dert ile içindekiler dışarı çıkarak surete bürünecek yani kelimeye dönüşecektir.”
“Kelimelerine hedefi bildirip, her birini oraya yöneltmelisin. Rotasını şaşıran, gereksiz söz söyleyen hiçbir kelimeye izin vermemeli, anında fark edip onları hizaya çekmelisin. Ancak böyle yaparak onları kendi zihin akışın için en serbest şekilde kullanabilirsin. O halde ne yazacaksın sorusunun içinde nasıl ifade edeceksin sorusu da var.”
“Evet; yazacağın metnin bütününü tahayyül ve tasavvur etmek, derinleşmek, odaklanmak yazmanın ilk merhaleleri. Bir kerede vücuda ezelden inmiş olsa da usul usul, üslup ve edep üzere kaleme ulaşan o özgün sesi kelimeler aracılığıyla işitebilmek süreç işidir. Evet ilham dediğimiz zuhurat böyle birdenbire olur ama öncesindeki çileli dönem hiç yokmuş zannediliyor.”
Karanlığın Ucundan Bir Işık
Dünyanın zulüm çarkının hız kesmeden döndüğü bir zamanda, gördüğü umut ışığının ardına düşen yürekleri yazmış Ali Emre. Bir yerden ayrılıp ardında toz duman içinde kalkmış bir geçmişi bırakmanın acılarına içli bir gönderme yapmış Emre. Yollara düşmek… Ne kadar zor bir ayrılıştır bu.
“Oysa ne kadar zordur kopmak, ayrılmak, göçmek, kaçmak, sığınmak.
Karanlığın ucundan bir ışık yaratma çırpınışıdır bu. Aydınlığa açılan bir kapı aramak, o kapıyı zorlamak, yüzlerine kapanmayacak bir kapı bulma umuduyla yola çıkmaktır. Bir yeryüzü sürgünlüğüdür. Dayatılanlardan, bütün yolları kesenlerden, insanı boğup yok eden zulûmattan uzaklaşma isteğidir. Yöneticileri ya da halkı zalim olan bir ülkeden çıkıp kurtulma eylemidir. Bir koruyucu arayıp bulma çabasıdır. Bitimsiz bir mustazaflıktır kimi zaman.”
Yerlilik Gerçeği
Üzerinde çok konuşulan bir temadır yerlilik. Rotasını kaybetmiş insanlığın tutunmak istediği bir dağdır, daldır yerlilik. Kendini bulacağı bir menzil ya da. Ali K. Metin, yerliliğe birçok zaviyeden bakıyor. Yerini bilmemek, yersizlik, yurtsuzluk ve bilinmez bir yerliliğin koynuna itilen insanlık…
“Yerlilik düşüncesinin (perspektifinin) postmodern yaklaşımlarla yakınlaşmasını da bu yolla tespit etmekte fayda var. Bütüncül ve mutlak nitelikteki modernleş - meye koyduğu rezerviyle bir farklılık iddiası taşıyan yerlilik, postmodern düşüncenin açtığı gedikler üzerinden bugün toplumsal, kültürel ve nispeten siyasal alanda kendisine daha güçlü bir yer bulabiliyor. Yerele yönelik saygı, postmodern öncüller dolayımında artık evrensel bir norma dönüşmüş durumda. Buradaki asıl Truva atının postmodernlik olduğunu görmemiz için yaşadığımız dünyadaki değişimin hegemonik boyutunu görmemiz yeterli.”
“Yerlilik bir veridir, tek başına ne doğruyu ne yanlışı ne de ideali temsil etmektedir. Ne olmamız gerektiğinden çok ne olduğumuzu, ideali değil realiteyi yansıtır. Kültürel bir kopuşu yaşamadığımız sürece hepimiz yerli kültürün/düşüncenin doğal olarak içindeyizdir. Fakat kül türel kopuşun zihinsel kopuşla mukayyet olduğunu, tersinden söylersek zihinsel kopuşun burada asıl mihenk taşı olduğunu kaydetmek gerekir. Kültür ancak zihinsel kodları sebebiyle bir anlam taşır. Folklora dönüşmüş kültürel motifler üzerinden bir yerlilik göndermesi yapmanın ise hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.”
Dursun Çiçek’le Söyleşi
Bir dağ esintisi serinliğinde -en çok da Erciyes- söyleşi yapılmış Dursun Çiçek’le. Dağlara derin anlamlar yükleyen, dağdan hikmetler silsilesi çıkaran yüreğin sahibidir Çiçek. Dağa bakarken insana bakar, hikmet burcunun eriyişini görür bazen gözüyle, bazen gönül gözüyle bazen de objektifinin arkasından. Hepsinde de yaşamak ve yenilenmek denen hassas dengenin efsunlu tarafını göstermek ister.
Dağlara, kitaplara, kütüphaneye, yalnızlığımıza dair bir sohbet Muhit okurlarını bekliyor.
Söyleşinin soruları; Ervanur Erdoğan’dan.
“Nedir dağlaşmak?
Müteâl olanı bir an olsun unutmamak. Varlığın görüntüden ve gördüklerimizden ibaret olmadığını bilmek. Bu anlamda dağlaşma kemâle ermek demektir. Dağı öteye bir geçit bilmektir. Dağı öteden bir temsil bilmek ya da. Dağlar müteâl olanın tecellisi olduğu gibi bizim de öteye geçme çabamızın tezahürüdür. Dolayısıyla bizdeki yücelme arzusu dünyanın geçiciliğinin bilinci ile geldiğimiz yere yeniden gitme çabası. Kaybettiğimiz yerlere ulaşma çabası. Dağ ve dağlar bunun en önemli temsili. Eşya ve hadiselere küllî bakabilme ve küllî görebilme. Dağ gibi insanlar derken de biz gölgesi, duldası olan küllî anlamda bakan ve gören insanları kastederiz. Dolayısıyla dağlaşmak gönlü olmak demek, duldası olmak demek, sevebilmek, anlayabilmek demek. İnsanın var oluş gayesinin bilinciyle emaneti hem dağ hem de kendi ekseninde idrak edebilmek demektir.”
“Gezdiğim, sinesinde dolaştığım, havasını içime çektiğim, kuşları ile sohbet ettiğim, taşları ile dost olduğum, çiçekleri ile koklaştığım dağları, bendeki tecellileri gönlümden aktığınca yazmaya çalıştım. Önce yanımdaki not defterine yazdıklarım daha sonra her biri ayrı birer yazı haline geldi. 2000’li yıllardan beri de çeşitli dergilerde yayınladım. Kitaplaşma fikri İbrahim Tenekeci’ye ait. “Özellikle dağ yazılarını bir araya getirmeni istiyorum ağabey” dediğinde itiraz etmedim. Sonra kendimce bir sıralama yaptım ve hepsini yeni baştan okudum. Hakikaten benim açımdan da sadece dağ yazılarımın değil, dağlara olan yolculuğumun da kitabını görmüş oldum.”
“Modern hayattan soyutlanma ile ilgisi kurulabilir ancak kitap okuyan insanın hayattan soyutlanmasını kabul etmem. Aksine kitap okuyan geleneksel anlamda tarih boyunca kitap okuyanların veya yazanların yaptıklarından daha farklı bir şey yapmaz. Kitap okumak bir insanla sohbet etmektir. Birden çok insanla konuşmaktır.”
Muhit’ten Öyküler
Gökhan Özcan - Sekte-i Hayat, Nükte-i Kalp
“Ayırdılar bizi. Gönlümüze değil ama dünyamıza aşılmaz mesafeler koydular. Ayırdılar, kopardılar öylece. Sarmaşık gibi sımsıkı dolanmıştık birbirimize, söküp attılar. Delikanlı zamanımızdı, tıpkı filmlerdeki gibi oldu her şey. Kader ağlarını inceden ördü, yollar bizi kolumuzdan tutup birbirimize getirdi. Bir perşembe gününün öğle saatlerinde, iki sokağı birbirine bağlayan alelade bir köşe başında karşılaştık. Göz göze gelmemizle birlikte iki ayrı parçaya bölündü sanki zaman. O sıradan perşembe günü, o hiçbir özelliği olmayan gevşek öğle saati ve içimizde duygu diye ne varsa hepsini sessizce infilak ettiren o yer, o donup kaldığımız köşe başı... Sanki her şeyi sıfırlayıp yeniden başlatan bir şey oldu o an. An diyorum ama toprağa düşen bir tohum gibi açılıp yeşerdi sonra, büyüdü büyüdü koca bir ömür oldu benim için.”
“Bir pencerenin önünde onca yıl, onca zaman böyle biçare oturup bekleyerek zaman gelir geçer mi? Geçti işte, yıllar o pencerenin önünden öylece gelip geçti. Böyle böyle günleri tüketirim, içimin yangını elbet bir gün küllenir, vakit saat gelir, ömür tamam olur, ben de sevdamı alır sırtıma vururum, edebimle Azrail’in peşine takılır giderim diye bekler olmuştum ki, her şeyi yeniden en başa döndüren bir şey oldu. Bir sevdanın iki tane miladı olur mu a dostlar? Demek ki o da oluyormuş!”
“Hey gidi! Ben böyle penceremin önünde kendi kendime konuşurken iki yıla yakın bir zaman daha geçti aradan. Sonra... Bir perşembe günü camın önünde azıcık kendimden geçmişim, acı bir siren sesiyle sıçradım. Ambulansın mavi kırmızı ışığı döne döne evimin içini doldurdu. Daha ne olduğunu bile anlayamadan içime bir ateş düştü âdeta. Demek ben anlayamadan içim ne olduğunu kendince anlayıverdi. Pencerenin önünde gözlerimi kırpmadan öylece donup kaldım. Ambulans geldi karşı evin önünde durdu. İçinden çıkan birkaç kişi koşar adım karşı eve girdiler. Telaşlı bir kalabalık oluştu hemen evin önünde. O kalabalıktan kimi sedyeye koyup içeriden çıkardıklarını, siren çala çala alelacele hastaneye götürdüklerini anlayamadım. Biraz sonra evin önündeki kalabalık yavaş yavaş dağıldı, geriye bir adam ve iki çocuk kaldı.”
Güray Süngü – Delik
“Hasta gibiydim evden çıkarken. Ama yeni botlarımı giydim, kendimi iyi hissetmek için. Sokağa çıkınca vitrin camlarındaki yansımama baktım, ayaklarıma doğru. Güzeldi bot. İyi fiyata aldım. Kış bitiyordu gerçi, bir ay kalmıştı mevsimden çıkmaya ama fiyat da ondan düşüyor zaten. Seneye de giyerdim ne güzel. Sıkılmazsam. Çabuk sıkılmaya başlamıştım gerçi. İnsan çeşit istiyor. Akşama doğru iyice bitkinleştim. Ofis penceremden dışarıya, kırmızı çatılara baktım. İlerideki parka baktım. Aşağıda caddeden geçen arabalara. Yorgun muyum acaba diye düşündüm. Yorgundum muhtemelen ama yeni bir şey değildi, çalışan insanlarız, yoruluyoruz. Evet. Mikrop kaptım belki. Üşüttüm belki. Akşam eve neredeyse uçarak döndüm. Yemek yedim, televizyon seyrettim. Kanepede uyuya kalmışım, gece uyandım ki üşüyorum. Ama nasıl üşümek... ateşim çok yükselmiş, sıtma tutuyor. Yatağıma koştum, yorganın altına girdim. Titreye titreye uyumaya çalıştım. Bu sefer de terlemişim, sabah uyandığımda boynum, sırtım ıslaktı. Zor kalktım, banyoya gittim, atletimi çıkardım ki...”
“Sabah işe giderken girdim dükkâna. Aldım puro kılıfını. Karnımdaki deliğe tam oldu. Bir hafta kadar harikaydı hayat. Sonra o da işlevini kaybetti. Çünkü göbeğimdeki delik daha da büyüdü.”
Kâmil Yeşil - Taş
“Buraya çakılı kaldım. Fakat beni buradan çıkarmaya çalışan hiç kimseyi de hatırlamıyorum. Yanımdan yöremden gelip geçen olmadı bu zamana kadar. Bu ıssız dağ başında yapayalnızım. Allah bazen yağmur gönderiyor; baştan aşağı yıkanıyorum. Sabaha yakın başıma çiğ yağdığı da olur bazen. O zaman biraz serinliyorum. Yoksa başımın üstünde mütemadiyen bir ateş, bir sıcaklık vardır. Mütemadiyen yanar başım. Güneş tepemdedir hep. Başım yanarken ayaklarım toprağın altındadır.”
“Hayalimde büyük işler yok. Zaten işin büyüğü küçüğü yoktur. İş iştir. Mesela çivi çakmak çok büyük bir iştir. Belki bir çivi çakarlar benimle. O zaman ellerine alırlar, ele gelirim, ele temas ederim diye çok bekledim. Bekliyorum. Ne talihsiz başım varmış dersem şikâyet mi olur? Sen talihsiz birini görmemişsin, görseydin böyle konuşmazdın mı derler bana. Halimden şikâyet mi ediyorum. Memnun olmadığımı söylersem o da şikâyet olur mu?”
“Evet bir toprak
Bir taş.
İki baş burdayız.
Öyle bekliyoruz.
Kimi mi?
İnsanı.”
Muhit’ten Şiirler
Bir ergenin uzama ağrıları
Ağrılardaki beyaz uluma
Beyazın hışırtısı, o
Piknikten somurtarak dönmenin
Piknik sevmemenin suskunluğu
Ahmet Murat
Aşk sana gelmezse sen aşka git
Taksiyi durdur, bilinmeze sür de şoföre
Aşk sana gelmezse sen aşka git
Eskileri suhuletle at gitsin
Aşka git ona git uçaklarla otomobillerle
Füzelerle tayyı mekânlarla
Bir sabah çok mucizevi çok müteşekkir
Melankolik hırkalar giymiş olarak git
Mustafa Akar
Ölmüşsün
Sen olmadan açıyor çiçekler
Nisanlar bitiyor ve mor salkımlar
Çok uzaklardan özlenen Üsküdar
Sensiz bir sabaha açıyor gözlerini
Ölümün sıradanlaştırdığı o sözlerin
İçini boşalttığı sözlerin el salladığı günde
Başınız sağ olsun, mekânı cennet olsun
Sanki başka bir yerdeymişsin gibi şimdiye değin
Ne berrak sularda yüzdün oysa
Ne Firdevs gönüllerde oturdun.
Unutma bazı insanlarda öldün
Kuruttular seni kalplerinde
Sildiler gül sularıyla seni
Söğüt dallarıyla kazıdılar
Yeni hatıralarla örttüler üstünü
Öldürüp gözlerini bir güzel kapattılar.
Said Yavuz
içimizde değil fotoğrafta görürüz parlayan gözlerini
Allahın görmesine havale ettiğimiz o küçük eller
büyük işlerle meşgul akıllarımızla bir dokunabilsek
sadece bizi değil zalimleri bile affedecekler
dua dilleriyle ses verirler sessizlikte
kaldırılan kaşta babalarını
akan suda annelerini ararlar
ve “ölmek için ödünç bir yatak”
“koşmak en iyi bildikleri duadır”
tüylerini azaltarak kanatlarından
incecik koşarlar çıkalım diye
korkunun ve arzunun mağarasından
Mehmet Narlı
Topkapı Sarayı
Avlusunda
Çocukluk arkadaşıdır
Padişahların
Yaman çınar ağaçları
Ne zaman
Bir çocuk girse
Büyük kapıdan içeri
‘Yeni şehzadem mi
Gelmiş!’ diye
Heyecanlanır
Her bir ağaç
Sonra o gün
Yürümek ister
Sarayın avlusu
Çocuklarla
Evlerine kadar
Mustafa Ruhi Şirin
Kalmış mı tanıdık, baktım aynaya
İbrahim sen şimdi neyi anlattın?
Dertleşmek istedin, pişmansın demek
İnsandır nihayet, niye anlattın?
Bozgundan sonra derin sessizlik
Susmuş olsan da yine anlattın.
Akılda kalmayan ne varsa benim
İbrahim sen bunu yeni anlattın
İbrahim Tenekeci
Söğüt’ten Mehmet Âkif Dosyası
2021 yılı tüm olumsuzluklara rağmen içimizin telini titreten güzelliklere vesile olmaya devam ediyor. Bir yandan Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı, diğer yandan Yunus Emre dergilerimize konuk olmaya devam ediyor. Eksik olmasınlar.
Söğüt Dergisi, 8. sayısında Mehmet Âkif dosyası hazırlamış. Söyleşi ve dosyaya dair yazıların yer aldığı dergi, arşivlik bir sayı ile karşımızda.
Sinan Terzi’nin Giriş yazısından;
İstiklal Marşı’nın kabulünün 100. yılı vesilesi ile Söğüt dergisi olarak Büyük Akif’i hasretle bir kere daha yâd ediyoruz. Yıl boyunca yapılan ve yapılacak olan programlar, etkinlikler, özel sayılar, konuşmalarla da görünen o ki İstiklal Marşı ve Akif’ten bahsedilmeye devam edilecek. Bilmem bunu ne kadar “canıgönülden”, ne kadar “iştiyakla” yapıyoruz? Bu “değinmeden” öte ne faydası olduğunu bilmediğimiz bahsetmeler bilmem o “serden geçmiş ruhu” ne kadar ifade edebiliyor? Bilmem biz Mehmet Akif’i hakikatte ne kadar tanıyor, istiklale adanmış marşını istikbale ne kadar aktarabiliyoruz? Affedilmez hatalarımızdan biri de galiba istinatgâhı mazi olan kurucu neslin geleceğe taşımaya çalıştığı ümitleri konuşmak, tartışmak, daha ileri götürmek içim kafa yormak yerine, nazarları tekrar maziye çevirip gelecek kavgasına sırt dönmemiz olsa gerek. Oysa Mehmet Akif ve nesli istikbaldeki istiklale âşık insanlardı, mazi ile avunanlar, dövünenler değil.
Prof. Dr. Fazıl Gökçek ile Âkif’e Dair
Âkif üzerine çalışmaları olan bir yazar Fazıl Gökçek. Bir Medeniyetin Şairi: Mehmet Akif ve Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası kitaplarını severek okumuştum. Söğüt’te Tuğçe Meç, bir söyleşi gerçekleştirmiş Gökçek ile. Akif’e dair çok özel bilgiler bekliyor Söğüt okurlarını.
“Mehmet Akif, Türk edebiyatı içinde Servetifünun Dönemi olarak adlandırdığımız dönemde ilk şiirlerini yazmış, fakat bu şiirleri daha sonra kitaplarına almamıştır. 1911’de yayınlanan ilk kitabında yer alan şiirlerin önemli bir kısmını II. Meşrutiyet Dönemi’nden önce yazdığını, fakat bunları o dönemde yayınlamadığını biliyoruz. Dolayısıyla şiir kitaplarının yayınlandığı tarihleri dikkate alarak onu bir II. Meşrutiyet dönemi şairi olarak kabul edebiliriz. Bu dönemde bizim şiirimizde şiir iklimini belirleyen şairler Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’dir.”
“Mehmet Akif, edebiyata ve şiire bakışı ile Namık Kemal’in öğrencisidir. Bu bakımdan Namık Kemal’in Divan edebiyatı karşısındaki sert tutumunu onda da görürüz. Süleymaniye Kürsüsündeki vaizi “Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarâb” diye konuştururken Divan şiirine Namık Kemal’in ahlakçı yaklaşımı ile bakar. Ancak öte yandan çağdaşı şairlerin şiirleri karşısında gösterdiği tutum da çok farklı değildir. Yukarıdaki mısraın devamı şöyledir: “Biradan, fahişeden başka nedir şi’r-i şebab?” Demek ki o edebiyata ahlaki açıdan bakan bir şairdir.”
“Türk edebiyatında hakkında en fazla kitap yazılan şairlerden biri Mehmet Akif’tir diyebiliriz. 1990 yılında doktora tezime başlarken onun hakkında yazılmış yüzden fazla kitap ve binden fazla da makale tespit etmiştim. O günden bugüne bu sayı en az iki üç katına çıkmıştır. Akademik niteliği olan çalışmaların son yıllarda biraz daha arttığı söylenebilir. Ama yine de sizin belirttiğiniz “amatör kişilerce hazırlanan” kitaplar hâlâ çoğunluğu oluşturuyor.”
Mehmet Âkif Dosyası’nda Yer Alan Yazılardan
“Mehmet Akif Ersoy’u, Türk milletine ait yeni bir hayat hikâyesinin yazılmaya başlandığı devrin hemen başlangıcında asıl önemli kılan şey, hem yeni hikâyenin yazıldığı dönemin ihtiyaçlarını doğru tespit etmesi hem de bu yeni dönemde toplumda uç veren zihinsel yetimliğin telafisi için metinler üretmiş olmasıdır. Özellikle bu telafi edici tavır ve “memlekete faydalı olmak” düşüncesinin, Akif’in Safahat’taki şiirleriyle “sevecen, yol gösterici bir baba” rolünü üstlendiğini de göstermektedir. O, böylesine sıkıntılı bir süreçte devirle ilgili endişeleri, problemleri kavramış, karşılaştığı problemleri sadece kâğıda geçirmemiş, samimi bir şekilde bu problemlere çözüm yolları da önermiştir. İstiklal Marşı şairi, inanmış adam, büyük şair, tevazu, karakter ve ahlak abidesi, samimi, çalışkan, dürüst, namuslu, güvenilir, verdiği sözde durur, sözde değil özde bir ahlak adamı, Milli Mücadele’nin manevi lideri, vefalı dost vb. onlarca sıfatın sahibi bu samimi tavrın, millet nezdinde de karşılığı elbette büyük olmuştur.” Salim Conoğlu
“Hayatının her aşamasında görüleceği üzere Akif, içini/altını dolduramayacağı hiçbir ifadeyi laf olsun diye söylemez. Sözlerinde doğrunun, hakikatin, toplumun ve hayatın gerçeklerinin parlamasını ister. Dolayısıyla Akif, Mithat Cemal’in, gelişigüzel söylenmiş “güzel yazılmış şeyler” ifadesini, böyle düşünenlerin tekmiline birden cevap vermek ister bir tavırla eleştirir. Ona göre, sanat eseri yazılmaz (yapaylık), yaratılır (doğallık). İnsanın ve hayatın gerçekliğine yaslanır. Bu noktada dikkatler, Tanzimat sonrasında en çok etkilendiğimiz ve kendimize örnek aldığımız Fransız edebiyatına çevrilir. Fakat Fransa’da, bu ülkenin kültürüne aşina olmayanların ilk bakışta göremeyecekleri saklı/ örtük bir taraf vardır. Açık söylemek gerekirse, Fransız romanlarındaki kahramanlar (olay kişileri) lügat olmuş, yani neredeyse kurgusal kimliklerinden sıyrılıp gerçek insan kisvesine bürünerek halkın arasına karışmış gibidirler. Konuşulanlara bugünden bakıldığında Akif’in “lügat olmak” ibaresindeki kastının, bir romanın başarılı kabul edilmesinin ölçütlerinden birinin, roman karakterlerinin yazardan bağımsızlaşıp dil aracılığıyla gerçek hayatta kendilerini var etmeleri, ete kemiğe bürünmeleri bahsi olmalıdır.” Muharrem Dayanç
“Mehmet Akif, Safahat’ın Üçüncü Kitap’ı “Hakkın Sesleri”nde Hakk’ın sesi olan Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri tefsir eden şiirler yer alır. Bunlarda şiirlerin başına bir levha gibi asılmış ayetleri güncel insanlık, inanç, toplum, vatan gibi kavramlarla karşılaştırır. Bunu hikâyeyi anlatmadan, sadece onun sonuç düşüncesini içeren, bu yüzden de ketum diyebileceğimiz ayetlere şiirlerin ses/görüntü olması gibi düşünebiliriz. Mesela ilk şiir, “Yâ Muhammed, de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, Sen mülkü dilediğine verirsin; Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın; Sen dilediğini aziz edersin; Sen dilediğini zelil edersin; hayır yalnız Senin elindedir; Sen, hiç şüphe yok ki, her şeye kâdirsin.” ayeti için yazılmıştır. Şiir, milletin içinde bulunduğu durumu hikâye ederken ayet, bu durumu öz bir şekilde ifade eden hikmet veya levha’dır.” Ahmet Cüneyt Issı
“Yahya Kemal’in İstanbul’u bir anlamda insansız İstanbul’ken, Akif’in İstanbul’u adeta her şeyiyle insana dönüşmüş bir İstanbul’dur. Yaşadığı dönemin gündelik hayatının bütün rengi, kokusu, acıları, savaşların, göçlerin doğurduğu sonuçlar da Akif’in şiirinde insan üzerinden anlatılmıştır. Neyzen Tevfik’in İstanbul’u ise Akif’in de meşrebi, mizacı ve ilgisi gereği tanıyamayacağı ancak Neyzen’in tanıyabileceği “en alttakilerin” İstanbul’udur. Kaybedenlerin, düşkünlerin, evsizlerin, sokak çocuklarının, sokak köpeklerinin; Yahya Kemal pijamasını giyip uyuduktan, Akif yatsıyı kılıp istirahate çekildikten sonra ortaya çıkan, istirahati ve uykuyu da tersinden yaşayan bir başka İstanbul’dur. Akif kuşkusuz halk adamıdır ancak Neyzen Tevfik, en alttakiler bağlamında halkın kendisidir; Akif’in vicdanı olduğu halkın bile hor baktığı, görmediği, göremediği kesimlerin vicdanıdır.” Mehmet Aycı
Kâğıttan Bir Dünya
Edebi metinlerin görsellerle desteklenmesi oldukça ilgi gören bir tavır olarak kabul görür edebiyat dünyasında. Resim ki sanat anlamında göze hitap ettiği için algıyı üzerine daha çok çeken bir özelliğe sahiptir. Mustafa Kurt, edebî alandaki resim sanatı üzerine kaleme aldığı bir yazısı ile Söğüt’te. Resim ile edebî metnin ilişkisini tarihi süreçte ele alıyor Kurt.
“Bir resimden veya görsel olan bir unsurdan hareketle bir edebiyat metni yazmak veya edebî bir metni resimlemek, görsel olanla desteklemek özellikle Tanzimat sonrasında rağbet gören eğilimler arasında yer alıyor. Elbette Türk edebiyatında pek çok edebî veya bilimsel metnin çeşitli çizimlerle, minyatürlerle veya hat sanatıyla tamamlandığını gösteren pek çok örnek elimizde mevcut.”
“İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan ve Cemal Süreya’da ilhamını ressamların (Paul Klee, Van Gogh, Kandinsky, Miro, Chagall, Picasso vd.) farklı tablolarından alan pek çok dize ve şiire rastlanır. Bu çerçevede şiir, Garip Hareketi’nin reddettiği “tedahül”e olabildiğice göz kırpar. Günümüzde ise edebiyatın resim ve çizgi ile olan kadim dostluğunun vazgeçilmez bir noktaya geldiğini söylemek mümkün. Umut edelim ki bu dostluk yazıya zarar vermesin; çünkü son zamanlarda görsel olan her şey yazının ayağına basmaya başladı!”
“Kitaplar içerikleri kadar basımları, kapakları ve tasarımlarıyla da okurunu çeker. Bu bakımdan Türk okuru bugüne kadar pek çok “güzel kitap” gördü, görmeye de devam ediyor. Şunu belirtmek gerekir ki aslında her kitap bir başka hikâyeyi de beraberinde taşıyor.”
Ve Karanfil Elden Ele…
Nasuha Sukas, şiirlere konuk olan karanfili anlatıyor yazısında. Şairler çiçekleri sever. Onları çoğu kez dizelerinin başköşesine getirirler ki çiçek koksun isterler şiirleri. Karanfilin de yeri ayrıdır. Hem de her şeyiyle. Şiire yatkın bir duruşu vardır karanfilin. Öylesine içli öylesine huzur veren.
“Yanık kokusu, tütsülenmiş İstanbul’da, bir masada, bardak içine konulmuş karanfilin durduğu masada, beni mukim kıldı. Hangi karanfil, hangi masa? Kimin karanfili düşmüştür benim hisseme? Müşterekli midir yoksa? Hangisine eğilmeliyim? Ahmet Haşim’in “yârin dudağı”yla özdeşleştirdiği mi; Melih Cevdet Anday’ın “Rosenberglere” adadığı karanfil midir payıma düşen? Yoksa bir karanfilin 1939 Varşova’sında katledilen insanlara değil de yârin dudağına adanmasına sitem eden Orhan Veli’ye mi kulak vermeliyim?”
“Elbette bu yazı bir, Edip Cansever yazısıydı. Bilirsiniz onun dünyasına ulaşmak için de bir hayli yol kat edilir. Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” şiiri, aynı adı verdiği ve 1954- 1957 yılları arasında yazdığı şiirlerinin bulunduğu kitapta yer almaktadır. Cansever’in, Melih Cevdet Anday’ın yaptığı gibi bir karanfili ölülere adamaması hiç de “garip” değildir. Tam da bu dönemde çıkardığı bu kitapla, şiirlerinin Garip Akımı’ndan sıyrılmaya başladığını biçim incelemesi yaptığımızda söylemek mümkündür. Elbette o da her sanatçı gibi içsel devinimini ve cemiyetteki rolünü şiirine yansıtmıştır. Dönemin siyasi iktidarının etkileri onu, bireyin toplumdaki rollerinden sıyrılmaksızın iç dünyasını anlamlandırmaya itecektir.”
Geometri Bilmeyen, Şiire Girebilir Mi?
Şiire ve elbette şairlere dair bir yazısı ile Söğüt’te M. Sadi Karademir. Geometri ve şiir kavramları nasıl bir araya gelir yazıda açıkça görüyoruz. Her şeyin bir ahengi var dünyada. Şiirin de elbette. Geometriden şiire geçiş yapan keyifli bir yazı bu.
“Genelde sanat, özelde ise şiir uğraşısı, küçük adamların kalem oynaşılarının, özentilerinin, anlamsız bunalımlarının, kırılgan melankolik bulantılarının ötesini gerektiriyor. Özgün bir sanat yapısı, eşsiz bir şiir bina edilmek isteniyorsa, sanat yapısının dışarıdan görünmeyen temellerini sağlam bir zemine bağlamak icap ediyor. Bu temeller, gerçeğin, plastiğin, eşyanın tabiatının ne olduğu, nasıl vücut bulduğunu sorgulamaktan, asıl amacı akıl ötesine hitap eden sanatın aklı bildikten sonra aşılmasından ileri geliyor.”
“Kâinatın hesabını kavrayan akıl önce kalbe daha sonra ise esere sağlam adımlarla götüren en temel koşullardan. Nietzsche’nin deyimiyle, şairin “bilmeceyi çözen ve rastlantıyı kurtaran” kişi olabilmesi, “geleceği yaratmayı ve geçmiş bitmiş her şeyi yaratarak kurtarmayı” başarabilmesi için bir ön şart olarak hayatın hesabını kavramış olması gerekmez mi?”
“Edebî sanatların en üstünü olan şiir için edebiyat ortamındaki vasat salgına dur demenin vakti çoktan geldi.
Hiçbir sanatçı, bilmediğini aşamaz.
Dolayısıyla şunu net olarak belirtmek gerekir ki:
Geometri bilmeyen, şiire hiç giremez.”
Söğüt’ten Hikâyeler
Feyza Ay - Oralet
“Kaldırım taşına basıp tökezlememle şangırtı sesleri kulaklarıma doldu. Önce uzadıkça uzayan gıcırtıyı duymam gerekiyordu, duymadım. Demek Hasan Abi sonunda kapıları yağlamış. Fal taşına dönen gözlerin açıktaki hedefiydim. Yukarıdan sarkan cam güvercinler tepemde çizdikleri dairelere yenilerini ekliyor. Nazar boncuklarının birbirine çarpıp ayrılmaları, boşlukta salınıp buluşmaları seyirlik gösteri. Hepsi birer saat sarkacı, tepeli kuşlar birazdan guguklamaya başlayacak. Eğik duruşumu ağır ağır doğrulturken sayısız gözle tokalaştı gözlerim. İri yapılı gözler, pala bıyıklı gözler, oduncu gömlekli gözler…”
“Okeyle, çayla ikindiyi ettim. Kümes gibi dükkânda nefes alacak yer kalmadı. Sigara kokuları beynimde büyüdükçe büyüyen, kazıdıkça çıkmayan lanet birer urdu. Pala bıyıklar aşağı yukarı hareket ediyor, çıkardıkları gürültü kulaklarımdan matkapla giriyordu. Kafamı kaldırdım, isli eller çoktan gitmişti, belki de az önce yanımdan geçen karartı onlardı. Güçlü olmalılar. Olay çıkarsam beni bir vuruşta yere devirir.”
…
Küfürler savurdu, tehdit etti, ağladı, hıçkırıklara boğuldu. Tanrı’ya yalvardı, sabır diledi, sonsuza kadar sürecek sabırlar diledi. Çoğu kendisineydi, diğer çoğu anneye, birazı da bana, en azı banaydı. Bu bana verdiği son cezaydı. İdam sehpasına oturan mahkûm gibi oturdum sandalyeme. Yerimde sallandıkça daha çok gıcırdadı, o gıcırdadıkça ben daha çok sallandım. “Hasan Abi, bana bir oralet, soğuk su da kat!”
Aydan Algül - Rüya
“Kartopunun atkının buharında eridiği nemli yüzüme ellerimi kapatıyorum, bir anda sesler değişiveriyor. Yarım kaldı kartopu savaşı; anlaşılan yine uyanamadım, rüyadan rüyaya geçti yine bulanık kafam. Kalabalık bir yerdeyim, çok kalabalık. Ne ara geldim ben buraya, ne oluyor şimdi? Nasıl da hareketli bir yer, giren çıkan belli değil. Tel örgülerle çevrilmiş bir alandayız. Hayret, herkes de benimle gelmiş öbür rüyadan buraya. Bir yeşil kabanlı yok, ne işin peşinde yine hayta kim bilir. Büyükler de burada hep. Annemler, amcamlar, halamlar... Pek bir neşeliyiz maşallah.”
“Merak işte, hemen salon penceresine koşturuyorum. Ayy, ne güzel, gelin gibi olmuş bizim 06 R... Arka camda gelinle damadın isimlerinin baş harfleri... Rüya bu işte, bilmiyorum gelin kim, adı ne? G yazmışlar. G? Gülay mı? Gülten? Gamze mi acaba? Hay Allah, geç kalacağım yine. Rüyalarda bile geç kalıyorum her şeye. Ooo, herkes gelmiş. Yeşil örtüyü omzuna atmışlar bile bizim oğlanın, maşallah, bu kalabalıkta bile hemen seçiliyor selvi boyundan. Amcazadeler takımı olarak geceye tam tekmil hazırız; ablam veriyor sesi, türkü başlıyor: Yüksek yüksek tepelereee... Oğlan evi olacağız güya ama gözyaşı gözümüzün pınarında hazır; salıveriyoruz. Gelin bir yana ağlıyor, biz bir yana...”
“Çığlık kıyamet bitiyor işte oyun. Geç kalıyorum yine, geç kalışlarımı yolcu etmeye bile geç kalıyorum. Son dakika yengemin hakkı tabii, anadır. Gururlu, hüzünlü gözleri elmasla dolmuş; kimi dökülüyor, kimi perde olmuş gözlerine sırasını bekliyor. “Oğluuum!” diyor, “seni Allah’a emanet ediyorum.” Görevli çelik çekmeceyi kapatıyor.”
Asuman Demir – Seyir Defteri
“Nizamettin Şaşmaz Apartmanı. Kat: 6. Daire: 18.
Adnan Bey her gün 08.00’de işe gider 20.00’de gelir. Bazı günler 08.00-22.00 çalışır. Her gün yolda bir iki saat vakit geçirir. Yılda bir iznini kullanır. İzin zamanı memlekete, anasının babasının yanına gider. On sekiz yaşında gelmiştir bu büyük şehre. O zamanlar dayısı eski bir fabrikada ustabaşıdır. Adnan Bey de dayısına güvenerek yola koyulmuştur. Taşı toprağı altın denildiğinden bir kaldırım taşı da bize düşer elbet diye düşünmüştür.”
“Saadet Apartmanı. Kat: 2. Daire: 3.
Rukiye mutfakta. Bir markanın eşantiyon ürünü mutfak önlüğünü önüne bağlamış. Önlük damla damla salça ve yağ lekeli, yer yer de ıslak. Akşam yemeğine eltisi, görümcesi, kaynanası gelmiş. Ve tabii eşleri ve tabii çocukları ve tabii eltisinin erkek kardeşi, görümcesinin amcası. Ev küçük. İki oda bir salon. 80 metre kare. “Geleni gideni yatılı misafiri eksik olmaz,” diye söyleniyor. Bir yandan tabakları leğenin içindeki suya batırıyor bir yandan da düşmanı hamama sokmuş da onu tellak atamışlar gibi tabağın derisini yüzüyor.”
“Hacı Amca namazın ardından caminin önünde mahalledeki arkadaşlarıyla konuşuyor. Cebinden köstekli saati çıkarıp bakıyor: 05.45. Gün yavaş yavaş aymaya başlıyor. Mütemadiyen gençliğinden bahsediyor, unutamıyor bir türlü ve kabullenemiyor yaş almayı. Eski mektup aşklarından sözü açıyor. Geçmiş, diri ve canlı hatıralarıyla ağustos güneşi gibi bir anda doğuveriyor.”
Necdet Ekici – Konçuy
“Kuğulu Park, en çok uğradığımız yerlerden biriydi. Havuz başındaki salkım söğüdün gölgelerinin döküldüğü o beyaz banka iki sevgili gibi yan yana oturmuştuk. Orası bizimdi. Kuğuların muhteşem dansını birlikte seyreder, en güzel kahkahalarımızı orada atardık. Derslerin ağırlığı onun gülümseyen Asya çehresinde hafifler, değişik Türk şiveleriyle söylediğimiz mahnılarda, yırlarda umut, sevinç ve neşeye dönüşürdü. O bana “Ayman ile Şolpan” destanını anlatır, ben ona “Köroğlu ile Ayvaz”dan bahsederdim. En çok itiraz ederken güzelleşirdi. “Yoo…” derdi, “Köruğlı bizim!” Bu gün öyle olmadı. Neden bilmiyorum, Ayzere’nin üzerinde bir durgunluk vardı. Konuşmuyordu veya ikimiz de suskunduk. İstiyordum ki bu kasvetli hava bir an önce dağılsın.”
“İçimde bir ikilem, bir deprem, bir kıskançlık… Baktım, verdiğim bir çift lale yere düşmüş. Yaşadığım depremin özeti gibi. Alıp kitaplarının üzerine koydum. İçimdeki ahenk birden bozuldu. “Affedersin,” dedi, “Hiç fark etmedim.” İki kaşının arasına derin bir çizgi düştü. Kaldığı yerden devam etti: -Birbirimize çok alışmıştık. Arkadaşlığın en iyi, belki de en kötü taraflarından biri bu: Alışmak… Nasıl söyleyeyim bilmiyorum. Dün bir karar aldım. İçimde çıvgın vurmuş gül goncası. Buz tutmuş nilüferler…”
“Valizi elinde, az önce geçtiği güvenlik çıkış kapısına doğru yürüdü. İçinde bir ses: “Yarım kalan bestemizi tamamlamaya, bitmeyen türkümüzü söylemeye geliyorum. Seni almaya geliyorum Ersagun! Jolamanlar zincirlerinden kurtulmayı, Nayman Analar evlatlarını, Sarı Özek bozkırları yeniden fethedilmeyi bekliyor.” Ve kapıda genç bir adam…”
Söğüt’ten Şiirler
Ihlamur
Ihlamurla kardeş olup yarıştık yeşiller içre
En çok onlara baktım konuştum kalp ile
Uzayıp çıktılar göğe karışıp beyaz buluta
Saçlarımda bir ıhlamur kokusu kaldı gitmez
Ihlamur sende bir emanetim vardı iyi bak
Gitti giden yitti yiten artık geri dönülmez
Nar
Bir nar ile karşılaşmak tarifsizdir bilen bilir
Ateşten ders almış çiçekleri yakmaya hazır
İncecik dallarına asılmış da gülüyor uzaktan
Sallanır da sallanır geceler boyu şarkılarla
Dur da beni dinle dur da beni dinle sallanma
Sen düşersen kanar dizlerimiz dilimdeki nar
Söğüt
Aklımın derelerinde bir söğüt saçları ipince
Suya ninniler söyler sesi kuşlardan miras
Rüyasında şiirler okur hüsnüne hayran
Yaprakları sayılmaz gökteki yıldızlar kadar
Söğüdün yaprağı narin mesele çok derin
Türküler içinden de çıkılır elbet bir şiire
Serin sözlerin olayım tenhalarda söyle
Cengizhan Orakçı
tasarlanmış olamaz bunca düş kırıklığı
gün görmüş kapılardan geçmek ağır geliyor
yaprağından kopmuyor belleğimdeki eylül
ölümle konuşmasam yanılacak gibiyim
biriken çizgilere çarpmamak kimin harcı
deli değil, veli değil, ölü değil hiç kimse
ya trenler geçtiyse kapalıydı pencerem
hiç inmiyor yolcular göğsümdeki bozkıra
inmiyor kahkahalar, müşfik anahtar kayıp
M. Tuğrul Çolak
Biz böyle iyiyiz, iyiyiz biz böyle
Birkaç ortanca söyleyelim yanımıza
Bütün çalımlarıyla yeniden yaratılmış.
Hâlinden memnun bir mavi deniz
Onlar iyi bizimle, biz böyle iyiyiz
Şu masayı da birleştirelim bu neşe gebe
Birkaç sandalye daha çekelim gölgelik burası
Ve hesap tutmuyorlar, kimse bir şey sormuyor
Asma dalları altında herkesin kendi düğünü
Her ne varsa gördüğün alabildiğine mesut
Hadi tut da birleştirelim şu masayı
Muhammet Durmuş
hâdise hâil / vâziyet müşkül / işimiz ne zor
kâh açar kâh solarsın kâkülün gül üstüne
hâtıra mandalıyla asıldığım balkonda
adını söyledikçe zebûn etti gülüşün
bilmem ki nasıl aşar lâ vâdîsini âşık
idrâkiyle oyalanan aşkın elinden
ne çektimse farkını bilememekten
suya anlattığım düşlerim yanmasın mı
ateşine verdiğim satırlar akmasın mı
muhatap arıyorum muhabbet sofrasında
aralansa kalkaca kesrârı perdelerin
Mehmet Şamil
Düşmanın Silahıyla Silahlanmak
Temmuz Dergisi 53-54. sayısı ile karşımızda. Beklenen ve özlenen bir dergi oldu Temmuz. İki aylık yayın süresi olunca gördük ki dergiyi bekleyenlerin sayısı oldukça artmış. Dergi çıkınca yaşanan heyecandan bunu anlamak mümkün.
Dergiden yapacağı m ilk paylaşım; Mesut Bostan’ın yazısından olacak. Sinemaya farklı bir zaviyeden yaklaşan bir yazı bu. Bir silah olarak, kitleleri peşinden sürükleyen bir tebliğ aracı olarak sinema işleniyor. Batının elindeki en büyük silah olan sinemanın bizdeki yansımaları anlatılıyor. “İslamcı sinema” üzerine notlar var yazıda.
“Modernleşme kapsamında öngörülen sosyal değişimlere yönelik halkın bir direnci söz konusuyken sinema geniş ölçüde halk tarafından benimsenmiş bir kültürel pratiktir. Dolayısıyla “düşmanın silahı olarak sinema” düşüncesi ne halkın ne de halkın sinemaya dair çekincelerine yönelik din açısından bir değerlendirmede bulunan ulemanın ve fetva makamındakilerin bakış açısını yansıtır. Bu düşünce özellikle 1960’lı yıllarla birlikte geçmiş dönem İslamcılığından farklılaşma eğilimi içerisinde gelişen yeni İslamcılık hareketinin sinemaya ve kültüre dair perspektifinden kaynaklanır.”
“Sinema 1940’lı ve 50’li yıllarda modernleşmenin diğer unsurlarıyla birlikte sosyal yozlaşmanın bir unsuru olarak muhafazakar eleştirinin hedefi olur. Büyük Doğu’da Necip Fazıl’ın kaleme aldığı kısa sinema değinilerinde sinemanın kadın bedenini ön plana çıkarışı eleştirel bir öğe olarak süreklilik gösterir.”
“Yücel Çakmaklı’nın bu dönemde Tohum dergisinde kaleme aldığı yazılar dönemin yaklaşımının ipuçlarını verir. “Millî Sinema İhtiyacı” başlıklı yazısında Çakmaklı (1964), Yeşilçam sinemasını ticaret odaklı bir sinema olduğu için eleştirir.”
“1960’lı yıllarda bir yandan “toplumsal gerçekçi” filmler büyük tartışmalara yol açarken bir yandan da “hazretli filmler” adıyla anılan filmler Yeşilçam’da bir furya haline gelir. İlk grup film İslamcı matbuatta olumsuz eleştirilere maruz kalırken ikinci grup filmler de pek olumlu karşılanmaz.”
“Yücel Çakmaklı’nın Milli Sinema adıyla ortaya attığı sinema görüşünün (Kâbe Yollarında adlı belgeselden sonra) ilk ürünü olan Birleşen Yollar’ın vizyona girişi sinemanın yeniden ve güçlü bir şekilde İslamcı matbuatın gündemine gelmesine sebep olmuştur.”
“Sonuç olarak “düşmanın silahıyla silahlanma” düşüncesi sinemanın propaganda ve siyaset aracı olarak algılanmasında bir süreklilik gösterir. İslamcıların özellikle sinema yapımı, sinema eleştirisi gibi kendileri için yeni olan alanlara girmeden önce aktif hale getirdikleri bir söylem olarak işlevselleşmiştir. Genel manasıyla gelenekten kopuşu ve mevcut kültürel birikimden kendini ayrıştırmayı öngören modernleşmeci bir tasavvura dayanır. Bu tasavvurun içeriğini de iktidar elde edilmek istenen alana hakim olan düşünceleri dini terminolojiye tercüme ederek üretir. Bu açıdan mimetik bir kültürel tavrın ürünüdür.”
Post-Modernizm ve Mustafa Kutlu
Post-Modernizm ve Mustafa Kutlu ikilisini yan yana görmek pek mümkün değildir çünkü Kutlu’nun Post-Modernizm özellikleri tam anlamıyla yansıtan eseri yok diyebiliriz. Toplumcu gerçeklik ve özellikle düzene karşı eleştiriye daha sık rastlarız Kutlu’da. Serkan Akın, Post-Modernizm ve Mustafa Kutlu’nun Eserlerinde Yabancılaşma isimli yazısında Kutlu’nun gidişata karşı tavrını gösteren eserlerini merkeze alan bir yazı kaleme almış. Toplumsal bir evrilme olarak Ya Tahammül Ya Sefer kitabına dikkat çekiyor Akın.
“Eserlerinde özellikle kapitalist düzen içinde yozlaşarak kendi kültürüne, inancına ve değerlerine karşı yabancılaşan insanları konu edinir. Mustafa Kutlu, bu durumu “Ya Tahammül Ya Sefer” adlı eserinde üç dava insanı üzerinden anlatır. Profesör Asım Bey, Bakan Yunus ve ünlü yazar Murat karakterleri gençlik dönemlerinde dava adamı iken makam, mevki, şöhret ve para ile giderek değerlerinden uzaklaşmış ve yabancılaşmışlardır.”
“Geleneksel olana alışan benim gibi pek çok okuyucu için Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı ve içeriğin bir olaydan ziyade bir durumun izahı şeklinde olduğu için yapıtlar bir hikâye için sıkıcıdır diyebiliriz. Akıcı bir üsluptan söz edemeyiz. Dikkatli okunmazsa ipin ucu bir yerden kaçabilmektedir. Mustafa Kutlu eserlerinde sanki bir tiyatro sahnesi gibi mekândaki aksesuarları teker teker dizer.”
“Mustafa Kutlu’da bir başka öne çıkan şey ise, makama, paraya olan tepki. Bu da çoğu eserinin temel konusudur. Tek derdi paraya ulaşmak ve onu biriktirmek olan insanları sertçe eleştirir. Her ne kadar İslami duyarlılıkla eser veren biri olsa da bu konuda en iyi sınavı veren ideal tip olarak “Uzun Hikâye” adlı eserinde bir sosyalisti örnek olarak verir.”
Ney Eşliğinde Bir Fotoğraf Okuması
Tahir Günay; ünlü neyzenlerin bulunduğu bir fotoğraf okuması ile yer alıyor Temmuz’da. Bir dağ gibi görüyor bu sanatçıların her birini Günay. Gölgesinde soluklanılacak, huzura erilecek bir dağ. Peki, kimler var bu fotoğrafta? Selami Bertuğ, Ulvi Erguner, Niyazi Sayın, Kudsi Ergüner, Aka Gündüz Kutbay.
“Fotoğrafı görünce dağlar üşüştü gönlüme. Musikimizin, her biri bir yüce dağ olan virtüözleri. Hangisi, hangi dağa yakışır bilmediğim ama zirvelerden üfledikleri nefeslerle çorak ruhlarımıza can suyu veren neyzenleri. Üzerine cüruf yığılmış kadim bir geleneği, ciğer ciğer üfleyerek gönül aynamızda yeniden gösteren nâyîleri. Mazisini, istikbali ile meşk ederek mevcuda getiren mutrib-i elhanı.”
“Efendim, fotoğraf 1971 yılında Sarıyer’de bir balıkçıda çekilmiş. Muhtemelen ekibin o yıl yapacağı Londra seyahati hakkında konuşmak üzere toplanmışlar. Fotoğrafı çeken kişi ise Selami Bertuğ’un kardeşi, neyzen Fikret Kâmil Bertuğ. İlk derslerini ağabeyinden alarak ney üflemeye başlayan Fikret Kamil Bey, 1962 yılında başladığı sanat hayatını 1999 yılında emekli oluncaya kadar devam ettirmiş birisi. Eh ağabeyinin aynı zamanda fotoğrafçı olduğunu düşünürsek her şey yerli yerine oturmuş bulunuyor.”
Mum Gibi Erimek
Bir mumun yaydığı derin anlamlı ışığın gölgesinden sesleniyor bizlere Mehmet Mortaş. Mum ışığının insana fısıldadığı içli nağmeler vardır, elbette duyabilene. Yazıya kulak verince duyuluyor tüm sesler.
“Mum, yumuşak ağlamaklı bir yapısıyla karanlığın ucunda yeni doğmuş pervaneler, kadifeden gölge yayar odanın içine. Elle tutulamayan gölgenin rengi mumun ışığında, göz kapaklarımızın titreşimi gibi titrerdi hayata açılan pencereden. Mum gecenin en mahrem düşüncelerinde, tarihi olaylarla aşınmış yüzümüzü, titrek ışığıyla zihnimize yansıtırdı.”
“Eğer mumun hükümran olduğu çağda yaşasaydım, düşlerimi bir kenara koyup yatsaydım, karanlığı üzerimden süzer, ellerime çöreklenen umudu bırakmazdım. Hataların uçurumunda geriye dönüp, mum ışığının duygularımız gibi dalgalanan hafif yanmasını pervanelere sorardım.”
“Şimdi yaşamanın üzerinde hüzünlerimizi gösterecek mum ışığı yok. Ürkek ürkek titreyerek arkamızdan sessizce yürüyen, gözyaşlarımızı çocukluğumuzda biriktiren gölgemizde yok. Mum ışığının akşam rüzgarında okşadığı gölgemiz, betondan şehrin ışıklarında can çekişiyor her gün dönümünde. Sokak lambaları, mumun hükmünü katledercesine sarmış sarmalamış şehrin her tarafını.”
Adım Mülteci
Son yıllarda oldukça aşinayız mülteci kavramına. Hayatın kıyısında yaşamanın adıdır mülteci olmak. Terk etmek, ortada olmak, ölümle burun buruna yaşamanın başka bir adıdır mülteci. Öznur Sondül, Adım Mülteci yazısı ile ötelerden bir sese kulak veriyor. Yalnız ve terk edilmiş bir ses bu.
Ne istiyorsunuz, dedi gazeteci. “Ne mi istiyoruz!” dedim. Şaşkınlıkla. “Biz bizim olanı istiyoruz. İnsan hakları, çocuk hakları diye ahkâm kesenlerin harekete geçmelerini istiyoruz. Sesimize kulak vermelerini istiyoruz. Biz sizden bizim sesimizi duyurmanızı istiyoruz. Ve dünya şunu da bilsin ki; “Yarın elbet bizim elbet bizimdir/ Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.” deyip, arkamı dönüp yürümeye başladım. İçimden ağlamak gelmişti. Düştüğümüz hallere bakın. Her şeyimizden ayrı, başka memleketlerde gün geçirmeye çalışıyor ve bizim olanı istemeye çalışıyorduk. Gözyaşlarım bağrımı ıslatmaya başlamıştı ki arkadan gazetecinin sesini duydum “Peki” dedi. “Sesinizi duyuracağım ama isminiz neydi?” “Adım Mülteci.” Dedim. Hiçbir yüreğe ait olmayan..
Temmuz’dan Öyküler
Sadık Koç- Hikâye Anlatmıyorum
“Abi hiç sorma! Üniversite öğrencilerinde kirada bi daire vardı bizim, annem bi bak dediydi. Şehir dışındaydım boşalttıkları gün. Anahtarı, son kirayı iş yerine bırakırsınız demiştim. Anahtarı bırakmışlar, kira yok. Su borçları da çıktı. Sözleşme de yapmadıydık öğrenciler diye. Be ahmak kafa, öğrenciyse öğrenci, yapsana sen sözleşmeni. Kiraya ev verilmez diyenler haklı abi, öğrenciye verilmez diyenler iki kere haklı.”
“Çok bir eşya almamıştık. Alamazdık da. Anlatacağım. Hikaye değil bunlar bak. Zemin hayli bozuk olduğu için esaslı bir koruyucuya ihtiyacımız vardı. Ahşap döşeme görünümlü kaliteli bir muşambayla kapattık zemini. Bizim ortanca biraderi biliyon. Yerde yatıyorduk onunla. O, ben evi kurunca geldi tabi. Kurmak dediğim de ortada işte. Muşamba üstünde yer yatağında yatıyoruz. Gerisini sen düşün.”
“Yani’si Ömer, öğrencidir. Kim bilir ne hali vardır. Bir kiradan bir şey olmaz. Yolda bulsan zengin, kaybetsen fakir olmazsın. Helal et gitsin. Diğer işler de temizlikle, boyayla hallolur. Bir dahaki sefere de sözleşme yaparsın, olur biter.
Ömer ayarladığı bozukluğu Osman’a uzatırken Kerim, “iyi bak Osman, eksik verir belki bu. Çayı da zor söylettik zaten” diye takılıyor Ömer’e.”
Ümit Polat - Bu da Senin Hikâyen
Küçük zeytin gözlerini aniden bana yöneltti, iki adım ötemde oturduğu yerden fırlayıp sağlı sollu atkuyruklarını sallaya sallaya oturduğum kanepeye tırmanıverdi. Avına odaklanmış bir kedi yavrusuydu, dizimdeki notebooktan başka bir şey görmüyordu. Birazdan ne yapacağımı bildiği hâlde yanımdaki yerini hazırlamaya çalışan bir ses tonuyla: Baba ne yapıyorsunnnn? diye sözünü yayarak benden taviz koparma çalışmalarına başladı. Hikâye yazıyorum, dememi bitirmeden tüm şirinliğini ses tonuna yükleyerek asıl niyetini itiraf etti: Ben de yazabilir miyimmmmm? diye sırnaşıverdi. Dizimdeki notebooku ve yüreğimi ondan yana çevirdim, üç buçuk yaşımdaki siyah zeytinciğime beyaz, tertemiz, kullanılmamış bir word sayfası açtım ve: Al bakalım bu da senin hikâyen olsun, yaz bakalım, dedim.
Mücahit Akıncı – Çöl Güvercini
“Güneşin tam tepede olduğu vakitte kafile adeta adım adım ilerliyordu. Susuzluk artık dayanılmaz hale gelmişti. Uzaklarda görülen seraplar her geçen dakika daha gerçek geliyordu. Kafilenin rehberi uzaklarda bir bina gördüğünü söyledi. Çöl hayatına alışık olmayan kafiledekilerin kum fırtınası ile gözleri de görmez olmuştu. Rehberin gösterdiği yöne doğru mecalsiz bir halde gidiyorlardı. Zihinlerinde sadece sevdiklerinin silüetleri vardı. Bu da her geçen dakika silinmeye ve bir anı olarak yok olmaya başlamıştı. Yarım saat sonra rehberin gösterdiği binayı daha iyi görmeye başlamışlardı. İçlerinde yeniden hayat enerjisi duyumsamaya başlamışlardı.”
“Âkif Bey daha rüyasından tam olarak ayılamamıştı. Hala ruhu oradaydı sanki. Bu durumu anlayan dostu Eşref Bey “sende bir hal var Âkif Bey. Hayrola, yolda bir şey mi oldu?” diye sordu. Âkif Bey soruyu duymamış gibi “yok bir şey. Dinlenmem gerek biraz” dedi. İstasyon görevlisi misafirlerine battaniye, yastık verdi. Akşamüzeri erkenden yattılar. Fakat Âkif Bey uyuyamıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ne zaman gözlerini yumsa yeniden cepheye gidiyor, kopan uzuvlar, mermiler, bombalar gözünün önüne geliyordu. Bu durum şair Âkif Bey’e ilahi bir ilhamdı. Dilinde yavaş yavaş kelimeler, dizeler kurulmaya başladı. Dizeleri unutmamak için zihninde devamlı tekrar ediyordu. Tekrar ettikçe içini bir huzur ve sürur kaplıyordu. Âkif Bey ilahi lütfun beşiğinde dizeleri yazarken el-Muazzam istasyonunda bâd-ı sabâ rüzgarı zaferin müjdesini getiriyordu…”
Musa Yaşaroğlu - Dört Kafadar Bir Hikâye
“Üniversite koridorlarında yürüyen dört genç… Her biri Anadolu’nun farklı illerinden… Hepsinin de ne denli doğal oluşu kızaran yanaklarından belli. Büyük şehrin büyük üniversitesinde hukuk okuyorlar. İleride hâkim ve savcı olacak, ülkede hep şikâyet edilen adalet terazisini düzeltecekler.”
“Sene sonu yaklaşırken üst üste gelen vize ve finallerle boğuşan dörtlü su gibi akan zamanı fark edememişlerdi bile. Bekir olmasa dersleri de sınavları da fark edemeyeceklerdi ama arkadaşlarına destek olmak adına ondan geri kalmamaya da söz vermişlerdi. Biliyorlardı ki Bekir fena halde duygusaldı. Yaşayacağı her şeyin onu nasıl etkileyeceğini ve birden her şeyin ters yüz olabileceğinin farkındaydılar. İşte böylesine her günleri ince bir iplik üzerinde hassas ve sakin geçerken final haftasında olan oldu.”
“Ertesi gün dört kafadar final sonuçlarına baktıklarında havalara uçan tek kişi Bekir’di. Diğerleri bir yıl daha uzatmışlardı okulu ama o sınavların hepsini geçmişti. Üçlünün aklı sınav sonuçlarından çok diğer meseledeydi. Bekir, onların meraklı bakışlarındaki manayı anlayınca işkence günleri sona erdi.”
Kâmil Yeşil- Cuma Sineması
“Hocaları sevmiyorum.
Siyah uzun sakalları ile kirli kirli bakıyorlar.
Kim olduğunu bilmediğim adamların ayak dibine alnımı koyup, burnumu dayayıp çorap kokusu almak istemiyorum. Ne bileyim, içimden gelmiyor işte.
Bir kez böyle demiş bulundu ve anasından doğduğuna doğacağına pişman oldu.
Pişman eden de babaannesi.
Ne demek hocaları sevmiyorum. Sen o sevmediğin hocanın torunusun. Haddini bilmez! Senin deden de hoca idi onun babası da. Ne demek hocaları sevmiyorum. Siyah uzun sakkalları varmış. Sana ne sakkaldan. Sana ne bıyıktan. Hem dedenin de sakkalları vardı. Yarın sen de genç olacaksın. Bakın ben büyüdüm, artık yetiştim demek için sen de bırakacaksın sakkalı. -Babaannem sakala niçin sakkal der bir türlü anlamam.-“
“Saçlarını indirivermiş omuzlarından aşağı. Rüzgar hafifçe dağıtmış. Pelin, rüzgarın dağıttığı o saçları eliyle ikide bir alnından geriye doğru şöyle bir itiyor. Hayret, her itişte saçlar başka bir şekil alıyor. Gâh yanağının birini örtüyor gâh diğerini. Bir fotografçı var sanki karşıda ve Pelin ona poz veriyor.”
“Sarmaşıklara tutunmuş ordan oraya anlamsız seslerle uçan Tarzan gitmiş, sorular arasında kalmış bir Cemil’e dönüşmüştü sanki. Hiçbiri ilgilendirmiyordu onu. O kadar ki Tarzan, kız arkadaşının vücudunu inceleyip bu nedir, burası nedir diye sorarken Cemil’in aklı camiye gidiyor; hoca, elini yukarıdan aşağı doğru işaret parmağını sallayarak sanki onu tehdit eder gibi konuşuyordu. Yalancısın. Utanmıyorsun değil mi büyükanneyi aldatmaktan. Şimdi seni bu kız arkadaşınla burada görse halini düşünebiliyor musun? Nasıl bakacaksın yüzüne?”
Temmuz’dan Şiirler
Sayın baylar bayanlar
Yeryüzü üzülmüş olmalı artık
Bu kadar kin bu kadar düşmanlık
Zulüm ile kırım ile nereye kadar
Gidebilir ki dünya
Bak işte geldi gelmesiyle
Dur durak yok dağlar denizler aşıp
Dolaşıyor yeryüzünü virüs hazretleri
Soykırımcılar zalimler
Cirit atıyorken üzerinde dünyanın.
Nurettin Durman
Günahlarımı
durutmaya gittiğim
kornanın lülesi
bir Bağdat mavisiydi
Akrepler dervişlerle
yer değiştirdiğinden
O çöle düştüğüm an
bozuldu
rüzgarın kuma ayarlı
nabız atışları
Ben rüzgarı teselliye
uzattım ya saçlarımı
saçlarımı bıraktı rüzgar
zamanımı sürükledi
Hiçliğe an kalmıştı
dirildi zaman
Bir çöl düşüydüm
gecesiz kalmış
bir ulunun
ayağına uzattılar beni
Bu mazeret beyanı
Efendimiz!
Affıma neden değil!
Bu yağmura da
geç kaldım
Mehmet Çelik
Alnımda çıkmaz bir lodos ağrısı
Dertli söylenmemiş aşk kelimeleriyle
Kumda saklı şiirim
Değişmedi hiç haftanın yedisi
Bir cam aradım ben büyük yangından
Bir masal çıkarıyorum cin sözlerinden
Son defa bana bakmadın camdan.
Şimdi seni özlüyorum kalabalığı sığdıran kalbin
Aklımda William Blake geçer ve alaylı fenerlerin
Verilmemiş zekâtım, günahım, sabah çiçekleri
Üzgündüler el salladılar avundular kelimelerle.
Sustum ağzım kapalı
Diktiler söküğünü etimin
Bütün saatlerim günü kurtarmıyor
Kanıyor organik meselelerim yüksek binalar içinde
Kaçıyorsun haritalardan sokak sokak
O taşlar ki alnımın değdiğidir.
Ahmet Tepe
Bir taşın ardında saklanıyor merhamet
Şifa taşıyor kuşlar mahcup rüzgârla
Dudağımıza değmiş dualara âmin diyelim
Ve uzatalım gölgemizi incir ağaçlarına
Pencere izleri kesik atıyor göğün ortasına
Bir günahı tam ortasından deşer gibi
Köprülerle yürüyoruz ellerimiz saklı
Anıyoruz gözlerimizle suları ve maziyi
Hastane penceresinde yaşlanıyor güneş
Ayçiçeği tarlasında soluklanıyor sonra
Tüm vakitleri o kadın taşıyor başüstünde
Saklanıyor merhamet bir taşın ardında.
Fatih Tezce
A Kalemler Dergisi, 33. Sayı
33. sayısına ulaştı A Kalemler Dergisi. Edebiyatın içinden yine edebiyat ve düşünce dünyasına eleştirel bir bakış ile sesleniyor dergi Nuh Tufanından Kalma diyerek kapağından. Bunu sık sık yapmakta fayda var. Sorgulamak insanı doğruya yaklaştırır. Daha iyiye ulaşmak için biraz daha hakikate kulak vermekte fayda var.
“Müslümanlar ne kitaplarını, ne peygamberlerini doğru anlayabildiler. Ne de gelen çağın dayatmalarına karşı daha insani bir düşünceleri var. Batı bütün ulvi saydığı düşüncesini kendi inanç temellerinin yani yedi ölümcül günahı üzerine inşa ederken, Müslümanlar kendi inanç temellerinin derinliklerini bırakın kavramayı basit değer yargılarını bile hatırlamaktan ürperiyorlar. Herkesin kendini şeyh sandığı bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Oysa tasavvuf en genel anlamıyla riyazet, maddi ilgilerin azaltılması ve tezekkür; Allah’ı anıp düşünmek suretiyle nefis tasfiyesini, iç arınmayı gerçekleştirip yüksek ahlak sahibi olmayı, keşif ve ilhâm yoluyla hakikatin bilgisine ermeyi amaçlayan bir hareketken bizde holdingi olmayan neredeyse tarikat şeyhi yok. Bütün bunların içimizden bir Tolstoy çıkmaması olarak yorumlanması gerekmez.”
Henüz Yazılmayan Şiiri Aramak…
Şiir arayıştır, şair de arayan. Zaten bu döngü olmasa şiirin nefes alması zor. Her dize yeni bir dünyadır şiire ve hayata dair. Burhan Kale, Henüz Yazılamayan Şiiri Aramak isimli yazısında şairlerin arayışına dair notlarını paylaşıyor. Arayan, bulan ve kendinin sesi olan şiir var yazıda.
“Şairin rahatsızlığının cemiyette bilinmesi gerekir. Çünkü şair hisli, duyarlı insandır. İmgelerle kurduğu, kurguladığı herkes tarafından anlaşılması mümkün olmayan bir dünyası vardır. O adeta kıvranır, çünkü sancısız doğum olmaz. Şairin, sizin konuşma dilinizde yer alan aynı kelimelerle kurarak ördüğü şiiri, sizin konuşmanız gibi değildir. Onun dizelerindeki farklılığın tadıdır sizin şairde bir sorun olduğunu düşünmenize neden olan… Kendinize kapattığınız duygu dünyasının, mana âleminin kapıları şiirler açılır.”
“Yeni dönemde şair çıkmıyor diye hayıflananımız var… Çölün tozlarıdır yaşayanlar, tozumuz toprağımıza karıştıktan sonra her alanda destansı şairi/ozanı gelecek nesiller kucağında bulacaktır ve bulduklarını hayırla yâd edecektir…
Bugünün şairine düşen dilimizden aldığını yine dilimize vermesi ve milletimize kazandırmasıdır… Dolayısıyla dünyaya bizi bizden iyi anlatan olamayacağına göre anlatım yollarının başında gelen şiirin kanatlarından tutmamız gerekir… Ulaşacağımız şiir
“…henüz yazmadıklarımız ...” içerisindedir…”
Nüktedan Bir Şair: Zübeyde Fıtnat Hanım
Beste Bekir, bizlere Zübeyde Fıtnat Hanım’ı tanıtıyor. Böyle yazıları çok kıymetli buluyorum. Divan Edebiyatı’nın erkek şairlerden ibaret olmadığının anlatılmasında fayda var.
“Annesinin de mensubu olduğu Âl-i Feyz ailesinden Rumeli Kazaskeri Derviş Mehmet Efendi ile evlendirilen Zübeyde Fıtnat Hanım, eşinin şiir yazmasını onaylamaması sebebiyle mutsuz bir evlilik sürer. Eşinin bugünün başbakanlık makamına denk olan sadrazamlığa getirilmesi sayesinde daha çok tanınma ve sesini duyurma fırsatı bulur.”
“Türkçeyi düzgün kullanan Zübeyde Fıtnat'ın şiirlerinde alışılagelmiş sembollere yer vermesinin yanı sıra yalın ve akıcı bir dil kullandığı gözlenir. Kadınlığı ön plana çıkarmayan şair, şiirlerini erkeklerin penceresinden bakarak yazmayı tercih eder. Dönemin kadın şairleri arasından kıvrak zekası ile sıyrılmayı başaran şair, nazireleriyle ön plana çıkar. Şiirlerinin Nabi ve Nedim'den izler taşımasının yanı sıra bazı gazellerinin de bestelendiği bilinmektedir.”
“Zübeyde Fıtnat Hanım, 1780 yılında İstanbul'da hayata gözlerini yumar. Kabristanı Eyüp Sultan Türbesi haziresinde, şadırvan avlusu tarafında cüzhane binası içerisinde yer almaktadır. Divanı, 1848'de "Dîvân-ı Fıtnat" adıyla İstanbul'da yayımlanır.”
Doğuş Edebiyat’a Dair
Selim Tunçbilek, 1980 yılında Kayseri’de çıkmaya başlayan ve yayınlandığı dönemde oldukça ses getiren Doğuş Edebiyat dergisi hakkında kaleme aldığı yazısı ile A Kalemler’de.
“İlk sayısı Ocak 1980’de medya ve edebiyat hayatımızdaki belirgin ve baskın tutuma bir tepki olarak idealist, genç, dört edebiyat heveslisinin girişimiyle Kayseri’de yayın hayatına başlamış bir dergi Doğuş Edebiyat. Birinci cildi İlk sayısından itibaren ekleri hariç on altı sayfa olarak başlamış olmasına rağmen ikinci cildine ebadını küçülterek 32 sayfa olarak 24. Sayıya kadar yine Kayseri’de yayın hayatını sürdürmüştür.”
“Doğuş Edebiyat Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti adına çıkmış ve sahipliğini hikâyeci olan teknik öğretmen Hamdi Yılmaz yapmıştır. Doğuş Edebiyat dergisi Erdoğan Tanrıöver, Hamdi Yılmaz, Köksal Akçalı ve Mehmet Delibaş’ın gayret ve çabalarıyla vücut bulmuştur. Dört edebiyat heveslisi genç insan o dönemde Anadolu’da başarılması zor bir işi hakkıyla başarmışlar ve büyük mahfillerde adlarından söz ettirmişlerdir. Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti adına çıkmış olsa da çok farklı kesimlerden yazar, şair ve edebiyatçılar hem dergide yazmışlar, hem de Doğuş edebiyat dergisinden söz ederek derginin konum ve işlevine dair kayda değer tespitlerde bulunmuşlardır.”
“Değerli kardeşimiz, şair ve yazar Selçuk Küpçük’ün ifade ettiği gibi “Doğuş Edebiyat, 70’ler boyu düşün(e)meyen kuşağın” değil “Düşünen Kuşağın” sesi olmuş toplumcu edebiyatın en güçlü dergilerden biri olarak değerlendirilmelidir.”
Ses Çekirdekleri
İbrahim Savar, bir sesin ardına düşerek ömür çizgisinin izini sürüyor. Sesler dokundukça içine yeni renkler giriyor hayatına. Ses demek hayatın dokusu demek aslında.
“Ses, kaynağından ayrıldıktan sonra ortamda her yöne yayılır. Yansır, kırılır ve yüzeyler tarafından emilir.”
“Eskiden her evde Sümerbank işi kalın battaniyeler olurdu. Dedem, bu milletin kıçı yamalıksız don gördüyse Sümerbank sayesindedir, derdi. Sobasız misafir odalarına serilen döşeklerin kenarına, muteber konuk üşürse yorganın üstünden sarınsın diye, mutlaka kalın bir battaniye konurdu. Pek itibarlı bir konuk olmasam da o döşeklerde, o battaniyelere sarınarak çok uyudum. Dedem öldükten sonra, amcamlarda, dayımlarda… Ağır, hiç gitmeyen yün kokusu hâlâ burnumun ucunda. İnsan, kokuyu hiç unutmazmış.”
“Dışarıdan gürültüyle bir kamyon geçti. Camın önündeki begonyanın yaprağı hafiften titredi. Telaşlı bir serçe, çöpün kenarından kaptığı ekmekle havalandı. Bir parçasını yere düşürdü. Bir karınca rızkını sırtlanıp uygun adım yuvasına koşmaya başladı. Üst kattan süpürge sesi duyuldu. Biri radyoyu açtı. Eski bir türkü, bir barak havası, bir keman ağlaması…”
A Kalemler’den Şiirler
Sarp yollar geçiyor tenha yüzümden
Çocuklar kandırmadı belki seni
gerçeğe küsen bendim
Gölgem de yoruldu iyileşmez akşamlarda
Ömrü var kuyuların bile
Kuş uçuyor, geriye kanadı kalır
Gelmedin, kesildi hışım
Dilim alev, sesimi başkası taşıdı
Ne yana yürüyelim
Çırpınıyor gözümdeki su
Bulutlar açıyor gökyüzü
Ellerin bozuk terazi
Yüzümün zamansız terkinde
Rıdvan Yıldız
Gökfeza gece koynu
gelinliği simaydan
Gülümsüyor yıldızlar
kumruların dansına
Açılır perdeleri
bulutsu düşhanemin
Karışırım dirimin
hercai coşkusuna
Beste Bekir
ey derisi yüzülmüş güneş
mahkûm muyum
tufan artığı yaşama?..
hayat niçin
bu kadar çok dokunuyor
b/ana!..
ey bahar
ağyâr gibi gelip geçme
öp acılarımı ki dinsin!..
Hızır İrfan Önder
Dilhane Dergisi'nde İstanbul Var
Mayıs ve İstanbul. Dilhane Dergisi İstanbul’u selamlıyor birbirinden değerli kalemin İstanbul temalı çalışması ile. Mayıs, İstanbul’un fetihle buluştuğu ay. Tarihin ruhuna dokunmak için İstanbul’a fethin penceresinden bakmakta fayda var.
Dergide İstanbul konulu birçok çalışma yer alıyor. Bir de söyleşi var. İstanbul’u adım adım yaşayan İstanbul sevdalısı bir yazar olan Nidayi Sevim ile gerçekleştirilen bir söyleşi bu. İstanbul’un tarihine dokunuluyor mekânlar eşliğinde. Sorular; Durmuş Ali Ertan’dan.
“Tarihimizle ilgili birçok konuda olduğu gibi tekkeler konusunda da dengeyi kuramamış, biraz da kasıtlı olarak meselenin hep olumsuz yönlerini masaya yatırmışız. Oysa dönemlerinin bir nevi sivil toplum kuruluşu işlevini gören tekkeler, Osmanlı toplum hayatının ayrılmaz bir parçasıydı. Medeniyeti özümsemiş her aklıselim sahibi münevver, bu müesseselerin Türk tasavvuf, edebiyat ve sanat tarihindeki seçkin yerini kabul etmekte. Eyüp Sultan da çeşitli tarikatlara ait tekkelerin en yoğun olduğu ve en parlak devirlerini yaşadığı mekânlarımızdan biridir. Bu tekkelerden birisi de Eyüp Sultan Tepelerinde, Gümüşsuyu Caddesi üzerinde bulunan Hatuniyye Tekkesidir. Kaynaklarda Hüsam Efendi Tekkesi ve Selim Efendi Tekkesi isimleri ile de anılmakta. Ahmed Dede Mescidi içinde kurulan bu tekke, Milli Mücadele’ye katılan ve önemli yararlılıklar gösteren tekkelerdendir. Tekkenin tarihi 18. yüzyıla uzanıyor. Bulunduğu Bülbülderesi Mahallesi, adını o dönemlerde Eyüp Sultan'dan geçen dereden almış olmalı.”
“Namazgâh, özetle açık havada namaz kılmak için düzenlenmiş ibadet mekânıdır. Başlangıcı İslam’ın ilk yıllarına kadar varan, Selçuklu ve Osmanlılar zamanında da devam eden bir uygulamadır. Yakınında cami veya mescid bulunmayan şehir dışındaki alanlarda, özellikle yol güzergahlarında namaz kılmak için oluşturulan mekânlara namazgâh denildi. Namazgâhlar normal zeminden biraz yüksekte, birkaç basamakla çıkılan düz bir set biçiminde inşâ edilirdi. Namazgâhta kıbleyi gösteren büyük bir taş bulunur, bu taşın üstünde genellikle namazgâhı yaptıran kişinin ismi ve mihrap ayetleri yazılırdı. Bazı namazgâhlarda minber de bulunurdu. Mihraplı-minberli namazgâhlar, genellikle şehir surlarının veya yerleşim alanlarının dışına inşa edilirdi. Bunlar bayram, cuma ve teravih namazlarının kılınabileceği ordugâh tipinde büyük ölçekli namazgâhlardır.”
“Fatih Sultan Mehmed Han'ın İstanbul’un fethinden hemen sonra, şehri imar faaliyetlerine giriştiği kaynaklarda yer alır. Bu dönemde, kabri Eyüp Sultan’da bulunan Ali Kuşçu gibi konusunda uzman isimler imparatorluğun dört bir yanından davet edilerek bunlardan istifade yoluna gidilmiştir. Eğitim, sağlık, savunma ve sanat konularında da aynı yöntem izlenmiş, kararlar alınmış ve bu kararlar tek tek uygulamaya konulmuştur. Bu politikanın bir gereği olarak İstanbul’un dört kadılığından biri de Eyüp Sultan’da oluşturulmuştur.”
İstanbul Dosyası’ndan…
“Dünya siyasetini çok iyi bilen Fatih, bir rivayete göre altı tane yabancı dil bilen ender devlet adamlarından biriydi. Onu şimdikilerle kıyaslayınca ortaya çıkan fark bariz olarak görülüyor. “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!” demek böyle bir inancın ve eğitimin neticesidir. Demek ki Fatih olmak öyle sıradan ruhların harcı değildir. Fatih olmak çileye talip olmaktır, korkuyu yürekten silip atmaktır. Bunun bedeli de, nimeti de büyüktür. İstanbul’un fethi asla bir macera neticesinde gerçekleşmemiştir.
Fethe dair her şey anı anına hesaplanmıştır. Bunu sadece Sultan Mehmet yapmamıştır. O, bu ekibin başı olma şerefini yaşamıştır. Fakat İstanbul’un fethinin derunî kahramanlarının emeklerini de görmezlikten gelmemeliyiz. Onlar kendilerini görünmez kılmanın gayreti içerisinde olsalar da bizler bu örnek şahsiyetleri yeni yetişen nesillere örnek şahsiyetler olarak takdim etmeliyiz.” M. Nihat Malkoç
“Üsküdar. İstanbul’un en nadide çiçeği. Gönle güzel gelen muhit. Bir süredir işim gereği vaktimin büyük çoğunu Üsküdar’da geçiriyorum. Evvelinde de boğazı izlemek, sahilde yürümek, İstanbul’un havasını ciğerlerime çekebilmek için hususi olarak çok gitmişimdir. Fakat bugün fark ettim ki her gün bu güzel muhitte bulunmama rağmen artık kafamı çevirip boğaza bakmaz, sahilinde yürümez, kadim şehrin havasını ciğerlerime çekmez olmuşum. Behemehâl ahvâlimi fark etmeme vesile bir vaka mevcut.” Ender Ekim
“İstanbul’un yağmuruna karışır bazı gözyaşları. Bereket ve duanın kavuşması ne güzeldir! Hep böyle olmadı mı? En güzel buluşmalar, kavuşmalar hep burada olmadı mı? Sorular da cevaplar da hep muhatap buldu burada. Kimse yoksa İstanbul vardı. Bazı aciz insanlara inat, İstanbul dinledi dertleri. Bazı umutsuz dertlere inat, dermana yol oldu sokakları.” Hamide Akkaya
“Bu şehrin rüzgârı sevilir. Bir nefes getirdikçe Eyüp El Ensari’den. Toprağa düşen cemre sevilir. Yağmuru sevilir. Bu şehirde kar sevilir. Bu şehir de yiğitler sevilir, Fatih sevilir, Fatih’in yüreğinde yâr sevilir. Bu şehirde selam vermek sevilir. Selam almak hem de. Mevlana’nın yüreğiyle gel demek sevilir, gel diyene gitmek. En umutsuz kalınan demde. Bu şehirde sevmek sevilir. Emir olunduğu için. Aşkın içerisinde kudret bulunduğu için. Bu şehirde ben yoktur. Biz vardır. Bu şehirde Osmanlı’dan bir buyruk, erenlerden iz vardır. Bu şehirde her taşın altında bir sır, efsun vardır, giz vardır.” İbrahim Şaşma
“Adımlarımı sayarım bu şehirde, başımı kaldırınca karşılayan edep kapılarına varır yolum, onca hengâmenin arasında sıyrılan, göğe yükselen nidâların şehri İstanbul.. Kim ne ararsa onu bulur, ne umarsa ona vasıl olur bu şehirde.. Bense bulduklarımı, aradıklarımı, sırrına ermeyi murâd ettiğim yerdeyim.. Göğe yükselen minârelerin kucakladığı nidâların arasında, rûhumun infilâk ettiği avlularda.. Hani Üstad Necip Fazıl diyor ya; “Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.” O kaldırımlar, bende avlular..” Ayşe Genç
İlhan Berk’in “kurşun kubbeler şehri”, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Bahar Sarhoşluğu” Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “ümit kaynağı”, Sezai Karakoç’un sevgilisi aziz İstanbul, uzunca bir süredir gürültünün, keşmekeşin ve yüksek yüksek binaların kuşatması altında. 18 milyonu aşan nüfusu, içinden çıkılamayacak hale gelen trafiği, eşsiz silueti bozan ve boğazın tam kalbine hançer gibi saplanan plazaları rüyaların şehrini kavgaların kentine dönüştürdü. Bu yakınmalara Rahmetli Prof. Dr. Haluk Dursun Hocamız, İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabının Nostaljiye Reddiye bölümünde “Hâlâ gözünü bir an olsun Kız Kulesi’nden ayırmayan, her akşam Topkapı’da gurub seyrine çıkan, aşı boyası rengine tabii sarmaşık yeşilini katan Çürüksulu, yahut Muharrem Nuri Birgi yalısı önündeki sahil doldu diye mi gözden, dilden ve kalemden düştü?... ‘Ne kadar kaldı ki?’ ‘Gidenler yanında bunlar ne ki?’ şeklindeki nostaljik cephenin muhalefetini duyuyoruz. ‘Nerede o eski İstanbul; nerede senin ufak tefek, bölük pörçük örneklerin?’ şeklindeki itirazlara hak vermemek elde değil ama, bu kronik nostaljilere Uğur Derman Beyefendi’nin Türk Hat Sanatının Şaheserleri albümünde zikrettiği o zarif beyitle cevap veririz: Ele geçmezse eğer sevdiğimiz/ Çare ne? Eldekini sevmeliyiz...” İbrahim Baran
“Yüzyıllar öncesinden harcı karılmış bir duvara yaslandığımızda, o duvardan asırlar öncesinin seslerini, iniltilerini yüreğimizde duyamıyorsak; kale surlarının fotoğraflarını çekerken çatlaklar arasından süzülen binlerce şehidin kanını kadrajımızda fark edemiyorsak eğer, yol kenarında soğuktan eli üşümüş bir yetim çocuğun yüreğini de anlayamayız. Hayatımız ev-iş-alışveriş-ev dar çemberinde dolanırken hayatımız o şehirde yaşamaktan ibarettir; şehri yaşamak ise ancak arka sayfa gazete yazılarında ve ara boşlukları dolduran televizyon belgesellerinde anlatılan masallardan ibarettir. Şehirde yaşamak, şehri yaşamak olsaydı bugün Fatih’in İstanbul’unu yaşıyor olurduk...” Mehmet Varıcı
Kalabalık ama özünde yapayalnız olan bu benzersiz şehrin altındaki katmanlar üstündekilerden daha az efsunlu değildir elbet. Örneğin Ayverdi’nin İstanbul Geceleri’nde yer verildiği üzere suyla ünsiyetinin somut olarak müşâhede edildiği semtlerden biridir Üsküdar. Sebilleri, “güler yüzlü su perilerini andırır.” Şadırvanları, “çoğu medrese ve cami avlularının göğsüne bir kalp azametiyle oturtulmuş, bir kalp gibi durup dinlenmeme emrine muhatap, dudakları gece gündüz bir su kasidesi mırıldanan tatlı dilli, güler yüzlü” sabit/mütevekkil sakalara benzer. Ya meydanlara, şehrin en ücrâ köşelerine kadar cömertçe serpilen çeşmeleri? Hayrat sahipleri bu şehre öyle çeşmeler bağışlamışlardır ki bunlar insanların sadece susuzluğunu gidermez onlara sonsuzluğu duyurur da. Bunların geniş ve yatkın saçakları, yanaklarına gölgesi düşen uzun kirpikli gözler gibi yalaklarına doğru uzayan mahmur bir koyuluğun o dinlendirici loşluğunda bir kat daha gönül çekicidir. “Bir hayrat sahibi, filan yere getirttiği suyu, gelişigüzel bir taş oluktan akıtmak kolaylığına gidebilmesi mümkünken, işi oluruna bağlayıcılığa düşmemiş ve kesenin izni miktârı, suya bir taht kurup başına da bir taç oturttuktan sonradır ki kitâbesine ismini kazdırmıştır.” Hacer Yeğin
“İstanbul’un hasretiyle yanıp tutuşan milletler ve meraklı gezginler var. Zaten Suriçi’nin modası hiç geçmedi onların nazarında. Oryantalistlerin her daim gözbebeğiydi. Kimi Osmanlı düşmanları hasetlerinden görmezlikten, sevmezlikten geldiler Osmanlı İstanbul’unu, yine de ama bir köşesinden tutup sahiplendiler. Öyle ki bu nefrete rağmen kubbe ve minare denizinin muhteşemliğiyle başa çıkacak pek bir harika bulamadılar dünyada. Dünyayı yönetenler, canla başla, gerekiyorsa da kanla bu şehre el koyma hayalleri kurup dururken Doğu ile Batı arasında en kıdemli ve tabii köprü demekten yoruldu cümle âlem. Yine de anlaşıldı mı kıymeti? Kendi cihetimizden bunu söylemek ne kadar mümkün?” Elif Sönmezışık
Mayıs ve Necip Fazıl
Necip Fazıl’ın hem doğum hem de ölüm yıldönümü mayıs ayında… Yani Üstad’ı anmak için elimizde iki fırsat birden var. Türk şiirinin en sağlam temellerindendir Necip Fazıl. Onunla ruhunu ve ahengini bulur şiirimiz. Onunla Çile’sine ortak olacak yürekler arar.
Betül Şimşek, Necip Fazıl’a dair bir yazısı ile Dilhane’de. Üstad’ın hayatına, şiirine, dünyaya bakışına dair notlar var yazıda.
“Şöyle bir bakarım geçmişe; kitleleri peşinden sürükleyen, davaların en gür sesleri zindan duvarlarıyla hemhâl olmuşlardır çoğu zaman. Ve aklımdan geçer; “ya zindanlar büyük adamların mayasıdır ya da büyük adamlar zindanların kaderi” diye. Büyük adamların zindana yolu düşer düşmesine ancak yine ışık olmaya devam ederler millete. Ve Necip Fazıl davasının hak olduğunu, muhakkak zafere ulaşacağını, zindandan Mehmetlere yazdığı mektubundaki şu satırlarla vurgulamıştır.”
“Mehmed’im! Sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”
“Bir de şunu hatırlatmalıyım ki; Necip Fazıl’ın en büyük hizmetlerinden biri de çevresindeki gençleri yetiştirmesi, onlara yol göstermesidir. Ve yanında yetişen o gençler de bu milletin bağrında derin izler bırakmıştır. Üstad’ın günümüzde gençler arasında en çok tanınan talebeleri; “Yedi Güzel Adam” diyebilirim herhalde. Ve hepsi ayrı ayrı gedikleri doldurmuşlardır edebiyatlarıyla. Ancak Üstad, kendinin doldurması gereken kısmı bir başkasına devretmemiştir. Yani kendi dolduracağı boşluğu, boş yer kalmayacak şekilde doldurmuştur.”
Dilhane’den Bir Hikâye
Faruk Yıldız – Tamir Kutusu
“Kim ne derse desin, rahmetli babam esasen maharetli bir adamdır. Gerçi bunu ne vakit dile getirsem başta kırk yedi senelik eşi, öz be öz anacığım bana karşı çıkmakta; her seferinde karşıma geçip “Hadi be sen de!” der gibi yüzüme dik dik bakmaktadır. Lakin ben hakikati böyle bilir, sonuna kadar da buna inanırım. Babam, yani namıdiğer Postacı Sadık, öyle hafife alınacak biri değildir gözümde.”
“Kutu dediğime aldanmamalı. Esasen şimdilerde plastikten yapılmış benzerlerinden pek de farkı olmayan, içine türlü türlü hırdavatın konduğu, üstten tutmalı, metal kapaklı, hayli ağır, bir nevi çantadan bahsetmekteyim. Ne vakit, nereden alınmış; bizim eve nasıl girmiştir hiç bilmem. Tek bildiğim başından beri bizledir ve onu, babamı hatırlatan diğer şeylerden mutlaka ayrı tutmak gerektir.”
“Annem içinde ne var ne yok boşaltmış, yerine de bir güzel toprak doldurup kutuyu begonyalarına saksı yapmıştı. Açık açık diyemedim elbette. Ama bana sorarsa bu, bir saksıdan çok mezara benziyordu. Üstelik de babamın mezarına…”
Dilhane’den Şiirler
Adım İbrahim değil
Ama bende çok sabitleri yıktım
İster devrim diyin ister isyan
Basıp geçtiğiniz eğik başımı artık kaldırdım
Henüz birilerine düşman olacak
Nefret kusacak kadar gözümü karartmadım
Hele kindar yaftasını üzerime hiç vurmadım
İntikam kelimesine yabancıyım
Hayatı sevdiğiniz kadar ölüme aşığım
Sadece bir ricam var sizlerden
İzin verin son sigaramı yakayım.
Abdurrahim Tacetttinoğlu
Hani bir kuş kanat çırpar ya yüreğinden
Hani bir uçurtma süzülür ya yedi yaşından
Hani bir fesleğen kokusu kanatır ya yârelerini
Hani kuş, uçurtma, fesleğen...
19 Öyle kalakalırsın yarım yamalak, orta yerinden
Cihat Barış
Şehrin bülbülleri altından kafeslerde şimdi
Güllere serenat yapmıyor kargalar.
Binlerce maskenin ardına gizlenmiş,
Bu kentte yaşayan ölü insanlar.
Erguvan kokulu sokaklar bomboş,
Binbir atlının seyre daldığı şehir uykuda.
Yığın yığın olduk, kalabalığımız nahoş,
Ey İstanbul, artık bize kapılarını kapa.
Zeynep Şen Özdemir
çok özlersen gülizar
ellerine değmeden güller
gül kokarsın
gözlerine değmeden güller
sen kokarsın
esrik hikayeleri
kalp anlatır ayaklara!
bastığı yerlere
basamasan da sen
her yerde
her yerde işte
sen yaşarsın gülizar...
ay basmış yıldızları bağrına
zifr karanlık gözler
dert derman
yol ferman
zaman hasret
gözlere pür aydınlık
ışık sunar gülizar...
Nilüfer Zontul Aktaş
Nedimden bir beyit yaz Boğaz’ın sularına
Çatlasın Acem mülkü hasedinden dört mevsim
Leyla nefesi sinsin şehrin uykularına
İstanbul kelimesi haza tılsımlı isim
Şeddadi binalarıın bir bir kökünü kazı
Minareler hüznünü derin sulara atsın
Yerin öfkesi yapar yoksa en son ikazı
Öyle binalar yap ki kente sadelik katsın
İbrahim Kilik
Sana sığındım
İnkâr etmedim günahımı
Bağışla beni Rabbim
Kuyum çok derin
Anne sen ör saçlarımı
Ben yenildim
Musalla da helalleşelim kavmimle
Bıçağın kör tarafına denk gelmek boynumun kaderi
Gülden Bayraktar
Suyu güldür bu ırmağın,
İçen kanar bir yudumla;
Gel de yaklaş bu yunağın,
Kenarına bir adımla.
Çiçeklerin şahı açtı,
Bülbüllere haber salın!
Şehre miskü amber saçtı,
Gelin siz de hisse alın.
Recep Şen