• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

Edebiyat Gazetesi

Kültür Sanat Edebiyat Haber Gazetesi

Öykü Penceresi
epazardanal.com
Anıl Mert Özsoy - Fiko'nun Gömleği
Fiko’nun Gömleği


Anıl Mert Özsoy 

Annem balkondan sarkmış, sokakla konuşuyor. İçi boşaltılmış camsil’e demlikte kaynattığı sudan koymuş, babam gibi; severek, konuşarak saksıdaki çiçekleri suluyor.

Babam gittikten sonra ağzından pek söz çıkmadı. Akşamları gömlekleri ve televizyonun üzerindeki dantelleri ütüledi, salondaki boş vazoyu suyla doldurup boşalttı. Çeyiz sandığından, devletin babama tahsis ettiği beylik silahını çıkardı. Yastığının altına sakladı. O silahtan başkasını yatağına almadı. Sabahları erkenden uyandı; kahvaltıda yumurtayı rafadan yaptı. Babamın sevdiği gibi...

Dedemler aradılar ilkin.

Ev, cenazeden sonra doldu, taştı. Annem ilk akşamlar çay yetiştiremez oldu gelen gidene, sonra çay bardakları bir bir eksildi, kırıldı, dağıldı. Babamın kırkı çıktı, dedemlerden gelen telefonlar sustu. Annemin saçları tel tel ağardı. Baş sağlığına gelen komşulara küstü. Sanki kalbini söküp bir yokuştan aşağı bırakmıştı.

Günler geçerken elleri titremeye başladı, sabahları kendini balkona attı. Çiçeklere, sürgün edildiğimiz şehirlerin adlarını verdi. Ankara yeşerdi, dalları kalınlaştı, kopkoyu oldu.

Bir akşam, tam da Fiko’nun sokaklarda sabahlamaya başladığı bir akşam, annem salonda ütü yapıyordu. İnsan annesinden delirse bile korkmazdı. Yanına yanaştım. Salona getirdiği saksı ile konuşuyordu. 

“Artık eskisi gibi su kesintileri yok, insanın ciğerlerine oturan kömürün yerini doğalgaz petekleri aldı. Bunlar ciğerlerine değil, insanın kesesine oturuyor. Eskiden gence el kaldırmak günahtı, şimdi on dört yaşında çocukları öldürüyorlar. Katırları katlediyorlar, öğretmenleri utandırıyorlar, kalplerini kırıyorlar. Ankara, toprağın kapkara... Bir de Ankara’da, Kürt çocuklarla kitap okuyorlar diye alay ediyorlar. Toprağın kan kırmızı Ankara!”

Sesimi çıkarmadan dinledim. Boğazı, dudakları kuruyana kadar ağladı annem, bir çiçeğe sarılıp sabaha kadar kendini dağladı. Kimseye dökmedi içini, mevsimini bekledi sanki. Bir noktaya baktı, gözleri kararana kadar kafasını çevirmedi.

Yemeğin altı tuttu ilk akşamlar, peynir ekmeğe devrildi soframız çoğu öğün. Babamın sesi, yel oldu kapı aralığından evimize doldu, bir üşüme deldi geçti annemin bağrını. Yandı için için, söner gibi oldu sandık, kendi kendini tutuşturdu. Annem, bir acayip rüyanın içinde kayboldu, durdu, öfkesini aradı, acısını buldu.

✽✽✽

İçime kökünden sökülmüş bir ağacın öfkesi oturmuştu. Fiko’yu bekledim, ev yokluktan dolup taşıyordu. Kapıyı çalan yoktu; kilit mühür yemiş gibiydi, dönmüyordu. Sokak sokak aramak istedim. Hava daha aydınlanmamıştı. Belki, dedim içimden... Belki Fiko’nun gömleklerinden birini giyersem kimse bana yanaşamaz; koca kadın, derler, uzaklaşırlardı. Hem kalbim de iyileşmişti.

Askıdan aldığım jilet gibi ütülü gömleği aynanın karşısında ilikledim. Çizmelerimi giydim, babamın koyu mavi berelerinden birini kafama geçirip yola çıktım. Yalın ayak ve sokağa fırlatılmış gibiydim. Güvenpark’a kadar arkama bakmadan koştum. Parkı polisler kuşatmıştı. Belli ki, bir durum vardı. Babamdan bilirim, geçen haziran günlerce nöbet tutmuştu. Geldiğinde, sıcak suyun altında inleye inleye ağlardı. Fiko o haziran, şiirlere, ağaçlara, devrime inanmıştı da bir tek babama inanmamıştı. Küsmüşlerdi. Babam devletin kurşununa, Fiko devletin polisine...  Vicdanları orta yerinden yarılmıştı. Sonraki akşamlarda babam çiçekleri sulamayı bıraktı. Fiko, beni alıp parklara götürmez oldu.

Evimize ince bir keder değmişti.

Yaz bitip kışa devrildi. Yağmurlar sokakların kan kokusunu süpürüyordu. Fiko ağladıkça yırtık gömlekleri yamalanıyordu. Sabahlar dört yapraklı yonca misali, görünmez sır gibiydi... Akşamları sabahlara diktik. Kanayan yara durmadı. Ta ki babamın ölüm haberi gelene kadar... Sonrasında elimizde ne iğnemiz kaldı, ne de dinecek kanımız...

26 Haziran 2013

O sabah annem çayın altını kısığa almıştı. Babamın geç biten nöbetlerine alışmıştık. Fiko çayın altını suyla besledi. Fırından aldığım sıcak ekmekler soğudu. Evin içini buz kesti. Ev karardı. Kapı çalındı, gece nöbetlerinden sonra babamı hep annem karşılardı. Annemin sesi düştü, uzaktan seslendi:  “Fiko, Ethem geldi.” Ethem Abi’yi sevmezdi. “Pas kokuyor” derdi. Fiko,  “Emek!” diye bağırırdı. Yok yere kavga ederlerdi. Fiko kitaplardan ezberlediği cümleleri sıralar, annem, “Evren Paşa” der susardı.

Fiko, Ethem Abi’nin arkasından kapıyı aralık bırakıp bahçeye çıktı. Döndüğünde yüzüne yaz sıcağı sürülmüştü, gözleri kanlanmıştı. “Babam, tek kurşunla intihar etmiş” dedi. Sesinde haziranın hüznü vardı. Annem, hırkasını üzerine alıp evden çıktı. 

İntihar ne demekti? Tek kurşun olunca tasarruflu mu oluyordu? Anlamıyordum... Fiko neden kapının önünde çöküp kalmıştı? Ethem Abiler parklarda saz çalmayacaklar mıydı artık? Babam bilir miydi bu soruların cevabını? Babam neden gelmemişti? Yine mi uzamıştı nöbeti? Soğuk domatesli ekmeklerden mi vermişlerdi yesinler diye?

Fiko neden gömleğini yırtıp bağrını dövüyordu?

Soruların sonu dipsiz kuyulardı. Babam ardında taksitler, intihara meyilli bir kadın ve küskün bir oğulla küçücük bir kız çocuğu bırakıp gitmişti.

2 Temmuz 2013

O gün evin etrafını saran polisler şimdi Güvenpark’tay dı. Parktaki heykeller, yetimhaneden beridir yan yana gibiydi. Sanki birbirlerini bırakmak istemiyorlardı. Bir tek güvercinler ve evsizler olsa yeterdi. Çekirdek çitleyen yaşlılarla iki kelam muhabbet etseler, gündüzleri simitçilere ahbaplık etseler kimselere ilişmeden yaşarlardı. Bir de Fiko vardı, tam karşılarında. Sanki yokuşun başında babamın kanı akıyordu; sanki koca Ankara, dizlerim kanar da ağlarım diye korkmuş, yokuşun sonunu göremiyordu. Fiko’nun gözleri kan çanağı, elleri terliydi. Gömleğinin düğmelerini iliklememişti. Abim dirayetsizdir, soğukta hemen hastalanırdı. “Fiko” diye bağırdım. Polis sireni sesimi bastırdı. “Abi” dedim. Polis telsizi sesimi tutukladı. “Abi” dedim, sesim göğsüne çarptı. Fiko, parkın karşısında bir sigara yakmış, usulca dumanı içine çekiyordu. Ciğerlerinden aşağıya duman, efkâr gibi aktı. Sesi kısıldı; küçük kardeşler hisseder, elleri üşüdü.

Kalabalığı yarıp Fiko’ya yaklaştım.

Metreler kala kaba, pis bir polis kolumdan tutup itti. Oldum olası kibar bir polise denk gelmemişimdir.
“Git çocuk, duran adam Ankara’da!” dedi. Bir yandan da telsizinden, canlı bomba olabilir, ihbarını dinliyordu.
“Asıl bomba sensin, Fiko’nun nefes almaya gücü yok. Çekil! Hem benim babam da polisti.”

“Kim çocuğum senin baban?” dedi. Bir yandan da telsizinden, terör örgütü üyeliği kesindir, ihbarını dinliyordu.  

“Ali Özçelik! 101228 sicil numarası!”

“Kızım, o senin okul numarandır, kaybol çabuk!”  dedi. Bir yandan da eylülde intihar eden polisin oğluymuş, ihbarını dinliyordu.

Başka bir boşluk bulup Fiko’ya yaklaşmalıydım. Çün kü babam da o silahla intihar etti. Parkın çevresinde dolaştım. Adım başı polisti. İnsanlar da oldukları yerde dikilip Fiko’ya destek oluyordu. Sanki bütün şehir birlikte “Yeter!” deyip intihara kalkışmıştık. 

“Bu eylemi bir an önce sonlandır. Bu yaptığın kanun dışıdır!” diye anons eden polis müdürünün de sabrı kalmamıştı. Bir anda gaz fişeklerinin sesi kurşun sesine karıştı. Gökyüzü gri, Güvenpark kan kırmızı oldu.

Her yer talan edildi. Kuşlar birbirine çarpa çarpa uçmaya çalıştı. Simitçiler sermayelerini susam susam bıraktı, sağa sola dağıldı. Halk, topuklarına iğne batıyormuşçasına kaçıyordu. Fiko’nun dizlerinin bağı çözülmüştü. Ağzının kenarından akan kan, nar gibi, çenesini kızartmıştı. Kurşun bu kez elden gelmemişti. Fiko’ya koştum; genzimi yakan duman, onu benden alıyordu. Gömleğim vardı benim, kurtarabilirdim onu. Bir adım, iki adım, üç adım...

Polis döve döve uzaklaştırdı. Fiko’nun gömleğini giyince koca kadın olmuştum ama yine de bu kadar dayağı hak etmemiştim. Ruhu öfkeyle yanan bir avuç pala bıyıklı abi ile kızıl saçlı abla, sigara izmariti gibi meydanda ezildi, talan edildi. Bu büyük sessizliği kelepçenin soğuğu bozdu. Fiko öylece yerde yatıyordu. Ağzının kenarındaki kan soğudukça koyulaştı, kendine yuva yaptı. Sonrası karanlık...

Sonrası bozuk para gibi harcanmış bir sonbahar...

11 Aralık 2013

Şimdi, annem balkon korkuluklarına sırtını dayamış, telaşını göğsüne saklamış, dingin dingin Ankara’yla konuşuyor. Fiko’nun mezarından aldığı toprağı küçük bir saksıya döküyor. İçine tazecik bir fesleğen tohumu dikiyor. Babamın toprağından koyduğu sardunyalar gibi; büyümesini, yeşermesini istiyor.

Toprak kokusunu içime çekiyorum. Ne zaman Fiko’yu, aslan babamı özlesem yanlarına oturuyorum. Bitlis’i, Antalya’yı, Ankara’yı suluyorum. Annemse bir yandan toprağı eşeliyor, bir yandan da “Üstüne hırka al, gömlekle üşütürsün” diyor. Gülümsüyorum, çünkü Fiko kışları çok yakışıklı kokuyor.
  
474 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın