Mustafa Uçurum Hüseyin Akın Söyleşisi Mustafa Uçurum- Hüseyin Akın söyleşisi
Mustafa Uçurum: Şiir, deneme, köşe yazıları derken geniş bir yelpazede devam ediyor yazma serüveniniz. Bu çeşitliliğin size ne tür kazanımları oluyor? Bu türlerden en çok hangisini kendinize yakın hissediyorsunuz?
Hüseyin Akın: İki tür ânların yazarıyım: Şiirin bana kendini yazdırdığı anlar ve şiirin bana kendini bana yazdırmadığı anlar. Şiiri kendini yazmaya ikna ettiğim anlar oldukça sınırlıdır. Konuşmak sadece şiir yazmak olsaydı hayatımın çok büyük bir kısmı susmakla geçerdi. Şairin kendine doğru konuşmasına şiir diyorsak eğer, muhatabına doğru konuşmasına düzyazı diyebiliriz. Yaşanan vaka ve durumların her birini şiirle ifade edecek güçte olmadığımıza göre günlük hayatımızı verili dil olan nesirle yaşamak zorundayız. Şiirin yanı sıra denemeler ve öyküler yazıyorum. Köşe yazarlığım var. Bunları kendi halimce konuşmalarım olarak kabul ediyorum. Denemelerim karakteri ben olan metinlerdir. Şiirlerden artan malzemeleri denemelerde değerlendiriyorum. Şiirimin atık değil artık malzemeleridir denemelerim. Çoğu şiirle birlikte düşünme egzersizleridir. Din, siyaset, eğitim, iktisat gibi birçok konuya şiirle dokunuş yaptığınızda tesir gücü daha bir başka oluyor. Elbette asıl olan şiirdir. Şiir yazdıklarımın, nesir ise yazamadıklarımın bir toplamıdır. Hüseyin Akın: Mustafa Uçurum bir şair olarak bulunduğu yerden memnun mu? Hiç yerini yadırgadığı oluyor mu? Ülke, dünya, Tokat, Öğretmenlik….Artık hangisini anlıyorsan. Mustafa Uçurum: Yaşadığım yerin yerlisi olmayı severim. Eğreti olan hiçbir şeyden hazzetmiyorum. Yani gelip geçici değil, kalıcı olmak için yaşıyorum. Yaşadığım şehir Tokat’ın hakkını vermek için her köşesini adım adım yaşıyorum. Havasını ciğerlerime kadar sürekli çekerim. Mesleğime çok bağlıyım. Tam benlik işmiş diyorum sürekli. Çocuk cıvıltıları ruhumu doyuruyor. Edebiyatla olan bağlarımı sıkı tutuyorum. Hatırı sayılır dergilerde yazarak işimi ne kadar ciddiye aldığımı göstermiş oluyorum. Şükür ki yadırgadığım bir yanım yok. Zaten bu dünyada gün sayan faniler olduğumuz için de üzerinde durmuyorum öyle her şeyin. İyi olsun, candan olsun istiyorum ne yapıyorsam. Mustafa Uçurum: Yazmak bir dil işçiliğidir. Aynı zamanda gücünü zihni kıvraklıktan da alır yazılan her satır. Bunu başarmak kişiyi bir adım öne çıkarıyor yaşadığımız çağın aydınlanmış gençlerini düşününce. Sizin yazdığınız her ne olursa olsun zihin sürekli açık olmalı ki cümlelerin alt yapısındaki biraz nükte biraz da ince göndermeleri görebilsin okuyucu. Peki, Bu tarz bir yol izleyerek okuyucuya bir mesaj mı vermeyi hedefliyorsun hocam?
Hüseyin Akın: Ben yazarken hiçbir hedef gözetmem. Ne isem odur. Yani dışarıya o sızar içeride ne varsa. Yazdıklarım niyetimden bağımsız olmadığı için ayrıca bir hedef gözetmeye gerek kalmıyor. Okuyucu buradan şunu alsın, bunu devşirsin diye bir tasarımım hiç olmadı. Okuyucu bende kendine ait ne buluyorsa onu alsın yeter. Samimiyetim samimi niyetimdir. Nükte benim metinlerimde dışarıdan monte edilen, ya da zorla kolajlanan bir unsur değildir. Dilin mizacımla kurduğu uyumlu diyalogun bir neticesidir. Ben olaylara mizahi bakmayı seven bir yazıya sahibim. Zekâm sanırım birazcık ironik zekâ. Meseleleri o minval üzere kavramaya yatkınlığım vardır. Yazarken kendimi kasmamaya gayret ediyorum. Bu gayretimde bir gerilim yok. Yolda yürümek gibi bir şey. Yürürken adımlarını nasıl gözetlemiyorsam, yazarken de kendimi hayatın akışkanlığına bırakarak, bir denetime tabi tutmuyorum. Dil bende bir işçilik değil sanattır. Hüseyin Akın: Çocuk şiirleri yazmak –çocuklara dair yazmak- dinlendirici olmalı ki son zamanlarda bu tür kitaplara yöneldin. Senin için sığınak mı çocuklara dair yazmak? Mustafa Uçurum: Hayatımın başköşesini çocuklara ayırıyorum. Kendi çocuklarımdan başlayarak nerede bir çocuk gülüşü görsem dizelerden bir demet yapmak geliyor içimden. Hayatımın tadı tuzu çocuklar olunca da baktım ki cümleler beni onlara doğru götürmeye başlamış bile. Çocuklar için şiirler, hikâyeler, masallar yazmak ve onlara cümlelerden kurulu bir köprü ile ulaşmak yıkılmaz bağlar kuruyor aramızda. Hayat gibi görüyorum ben çocuklara dair her şeyi. Yorgunluğumu nasıl ki oğlumla kızımla atıyorum, okulda çocukların arasında huzura kavuşuyorum, çocuklar için yazarken de aynı huzur ikliminde buluyorum kendimi. Ve emeğinizin karşılığını çocuklardan daha net alıyorsunuz. Bir çocuk ansızın yolunuzu kesip sizden bir şiir okuyabiliyor dünyalara bedel bir içtenlikle. Bu da sözün bittiği yer olarak gönül dünyamızdaki kayıtlara geçiyor. Mustafa uçurum: Ateistler için yazdığınız bir kitabınız var; Ateistler için Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi. Bu kitaptaki hedef kitleniz sadece ateistler miydi? Ya da hangi amaç size bu kitabı yazmaya sevk etti?
Hüseyin Akın: Bu eski bir kitap. On yılı aştı. Kendi öz yurdunda İslami kültürden yoksun yetişmiş, bilmediğine düşman kesilmiş cins ateistler için bir el kitabı olsun istedim. Onları örselemeden, tahkir etmeden, kendi çelişkilerine gülmelerini sağlayabilir miyim diye düşündüm. Ders kitabı formatlarında hazırladım kitabı. Alışıldık din kitaplarına hiç benzemediği için çok ilgi gördü. Din dilinin statik yapısını güncelle biraz hareketlendirmek istedim. Kendi kültürüne yabancılaşmış aydınların dramını, tarjikomik hallerini ortaya koymaktı maksadım. Özellikle gençleri, onların nev-zuhur dillerini kullanarak otokritiğe davet eden bir kitap çıktı ortaya. Sadece ateistler değil, din konusunda kıt bilgiye sahip olanlar da bu kitap sayesinde kendileriyle yüzleşme imkânı buldular. Dini meseleler edebi dil kullanarak sunulmalı insanlara. Din dili aktüel hayatın dili ile uyum içerisinde olmalı. Kitap çıktıktan sonra çok iyi geri dönüşümler aldım. Ateist olduğunu söyleyen insanların dönüşümlerine hatırı sayılır oranda katkısı olduğunu gördüm ve bu beni ziyadesiyle mutlu etti. Hüseyin Akın: Taşrada olmak nasıl bir duyguyu besliyor? Taşrada olduğuna kani misin? Geçinebiliyor musun oradaki edebiyat ortamlarıyla? Mustafa Uçurum: Bunun cevabını verirken bir savunma psikolojisi değil yapmak istediğim. Durum şudur ki taşrada olmak tam bana göreymiş diyebilirim. Ruh halim beni buna itiyor gibi anlaşılmasın. Huzur iklimi olarak görüyorum taşrayı. Ruhum, bedenim çok hırpalanmıyor taşrada. Kendine vakit ayırmak denen büyük şehir insanları için ütopik bir hayali ben hep dopdolu yaşıyorum. Kendimle baş başayım. Okumak, yazmak, yürümek, dinlenmek gibi özel anları ben taşranın bana sunduğu nimetler olarak görüyorum. Elbette küçük şehirlerin büyük hesapları oluyor. İnsanlarla çok fazla yüz yüze gelmek zorunda kalıyorsunuz. Yaşadığım şehirde de edebiyat adına bir şeyler yapmak isteyen gruplar var. Fakat dünyalarımız çok farklı. Dergiler dedik, edebiyatın kalbi dedik. Dergilerle irtibatı olmayan, kendi dergisi dışındaki dünyadan bîhaber olanlarla ortak paydalarda buluşmamız çok da mümkün görünmüyor. Küçük bir şehirdeyseniz ve aynı pencereden dünyaya baktığınız bir kişi varsa yanınızda çok da kalabalığa ihtiyaç duymuyorsunuz. Benim de sıkı bir dostum var yanımda ve onunla yaşadığımız şehri önce kendimiz için sonra da şehirde yaşayan herkes için daha anlamlı kılmak için güzel işlere imza atmaya çalışıyoruz.
Mustafa Uçurum: İran’da şiir programına katıldınız. Hatta Hamaney’le de görüştünüz. Bu programlar sizdeki İran algısında bir değişime yol açtı mı? İran, Türkiye’den göründüğünden farklı bir ülke mi? Hamaney’in şiirle olan muhabbeti hangi kıvamdaydı?
Hüseyin Akın: Ramazan ayında İran’a bir dizi şiir programı için çağrıldık. Bu çağrı çok hayırlı oldu. Bu vesileyle İran’lı şairlerin ve edebiyatseverlerin Türk Edebiyatı’nı daha yakından tanımaları için fırsat yakalamış olduk. İran’da Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’in dışında bir de Orhan Pamuk’u sayarsak başka bir edebiyatçının adı anılmıyor Türkiye’den. Yunus Emre’den Sezai Karakoç’a uzanan sahih edebiyat halkasını tanıtma ve anlatma imkânımız oldu. Türk Edebiyatı’nı öğrenme konusunda İranlı şairleri çok istekli gördüm. İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’in iftar davetine şairler olarak icabet ettik. Fasça şiirlerin okunduğu programda Müslümanların birlik beraberlik vurgusu daha çok dile getirildi. Hamaney her mezhepten Müslümanlara kardeşlik mesajı verdi. İran konusunda hususi bir algım yoktu ki değişen bir algım olsun. Misafir olarak davet edilmiştik. Olması gereken nezaket içerisinde karşıladılar. Sanat ve edebiyatta gerçekten diğer Müslüman ülkelerle mukayese edilmeyecek denli ilerideler. Bizim buradan baktığımız şekilde bir ülke değil İran. Övgüde de yergide de abartı ve mesnetsizlik olduğunu fark ediyorsunuz. Hameney’in şiire olan ilgisi ve vukufiyeti biz şairleri şaşırtacak denliydi. Okunan şiirlerin şiirsel değerleri ve düzeyi ile ilgili poetik tahlil ve değerlendirmelerde bulundu. Zaten kendisi de şiire uzak birisi değil. Entelektüel çapta yapıtları olduğu biliniyor.
Hüseyin Akın: Son zamanlarda İslami kesimde “müşterek edebi iddia”tükendi gibi. Yani sanki artık kimse edebiyatı davayı savunma sanatı gibi görmüyor. Edebiyatta hızlı bir bireyselleşme mi var yoksa Türkiye bir yerlere doğru mu gidiyor? Mustafa Uçurum: Bu sadece edebiyatta değil hayatın her alanında karşımıza çıkıyor. Herkesin bir “kendisi” var ve dünyayı kendi etrafında dönüyor sanıyor böyleleri. Edebiyata bir dava gözüyle bakan kaç kişi kaldı ki. Bir yarış ve hırsın içinde devinip duranların bir iddiası varsa bile bu da kendi dünyasını geliştirme hırsından başka bir şey değil. Ekip ruhundan, ortak hareket etmek denen sıkı duruşlardan pek de eser kalmadı. Kalemler toplumdan çok bireye yönelirse ortaya çıkan sonuç da bundan farklı bir şey olmayacaktır. Fikirlerin çarpışmalarından daha çok egolar birbirine giriyor. Kazananı olmayan bir savaşın ortasında ne samimiyet kalıyor ne dostluk ne de dava. Mustafa Uçurum: Ülkenin gidişatına şair dili ne söyler?
Hüseyin Akın: Ülkenin gidişatına şair dili rehberlik etmelidir. Politik dilin açtığı yaraları poetik dil iyileştirebilir ancak. Ne yazık ki şairlerin dili de artık savaşları bitirmek yerine başlar kestiriyor. Birbirlerine karşı kullandıkları dile bakarsak şairlerin dilleri testere gibi. Ülkenin gidişatına olumlu etki edebilecek mukavemete sahip değil. Birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bunun için de hep bir ağızdan konuşacağımıza teker teker sussak daha iyi olur. Dil, kelimeler ve konuşma anlaşmaya bir katkı sağlamıyor. Bilakis konuştukça anlaşamıyoruz. Yüreği olmayanın dili olmaz. Önce sevgiyi dilden gönle rucu ettirmemiz lazım. Birbirimizi gerçekten sevmiyoruz. İnanç birliği sevgi birliğine katkı sağlamıyor. Hüseyin Akın: Peki, sen ne söylemek istersin ülke gündemi ve şair duruşu ile ilgili olarak? Mustafa Uçurum: Şair; birebir çağının tanığı gibi, bir tarih yazıcısı gibi hareket etmemeli ama çağından da tamamen kopuk olmamalı diye düşünüyorum. Yıllar sonra bizlerin şiirlerine bir yerlerde rastlayacak birileri, bizim yaşadığımız dönemde ne olup bittiğinden az çok haberdar olabilmeli şiirimizi okuyunca. Bir dize bir mısra çok şey anlatır bazen. Bir de sizin sözlerinize katılmamak mümkün değil. Edebiyat, sanat, şiir, dostluk, kardeşlik gibi kavramlar birbirine ne kadar yakışıyor uzaktan bakınca. Fakat yaklaştıkça toz duman kaplıyor her yanı. Bakıyoruz ki günübirlik tartışmalar edebiyat gündemini meşgul etmeye çalışıyor. Nitelik tartışması değil bunların hiçbiri. Savaş baltalarıyla şiir yontmak hiç değil. Yürek yıkmak sadece. Ülke gündemini, dünya gündemini, edebiyat gündemini konuşmak varken bel altından vurarak yer kapmaya çalışmak kimseye bir fayda sağlamayacak. Zaten ülke olarak en dar geçitlerle sınandığımız zamanlardayız. Birlik, beraberlik sözlerini fazla eskitmeden hayata geçirmek gerek. Mustafa Uçurum. Bu, yarası derin bir mevzu ama sormasam olmaz. Adınız sürekli dergilerle anıldı. Bazen derginin her şeyi, bazen omuz vereni, çokça da yazarı ve şairi olarak dergilerle bağınızı hep yakın tuttunuz. Bir dergi neden çıkar ve neden kapanır hocam?
Hüseyin Akın: Dergilerin mektep olduğu zamanlar vardır. Şimdi dergiler çok azı müstesna bu misyonunu kaybetmek üzere. Ben iyimserliğimi koruyarak mektep anlayışının devam edebileceği sanısıyla çeşitli dergilerin içerisinde bulundum. Mutfağında yer aldıklarım oldu. Netice hiç hayal ettiğim şekilde zuhur etmedi. Ben edebiyat dergilerinin bir ses korosu, bir kolektif heyecan olarak görmüşümdür. Ne zaman ki bu kolektif heyecan kaybolur, o zaman her şey enaniyet ve kaprisler tarafından yönetilmeye başlanır. Ne yalan şöyleyim, ne zaman bir derginin kapandığı haberini duysam sevinirim ve ne vakit bir derginin çıkacağı haberini işitsem üzülüp kaygılanırım. Çünkü bütün bu çıkışlar ümmetin çocuklarının sözcükler vasıtasıyla daha çok parçalanıp savrulmasından başka bir şeye yaramıyor. Edebiyat dergiciliği bir geleneğe yaslanmalıdır. Köklü ve kurumsal olmalıdır. Aksi taktirde kıt imkanlarla baş başa kalan gençler imkan bulamadıkları zaman birbirlerini yemeye başlarlar. Bir derginin istikrarını ne bozar, ya da bir dergi neden kapanır ve nasıl kapanır? Şayet bir dergi beklenenin üzerinde satıyor ve işler beklenenin üstünde iyi gidiyorsa o dergi batar. Aynı şekilde bir dergide işler beklenenin üzerinde kötü gidiyorsa o dergi yine batar. Birincisinde paylaşım ve rol dağılımı kargaşası vardır; zira ortada bir şeyler vardır. İkincisinde ise enkaz ve başarısızlık vardır. Herkes bu başarısızlığın sebebini birbirine yüklemek ister. Kimse sorumluluğa yaklaşmaz. Bir derginin istikrarı vasatını korumasıyla mümkündür. Mustafa Uçurum: Aynı konuya devamla hocam; birçok dergi ile şimdilerde yakın bağınız var. Fakat biliyorum ki Dergâh dergisi ile bağınız daha güçlü. Dergâh dergisinin sizin ve günümüz edebiyat çevresindeki karşılığı hakkında neler söylemek istersiniz? Hüseyin Akın: Ben Dergâh dergisini iyi başlamış, iyi bir seyir takip etmiş ve iyinin peşini bırakmamış bir dergi olarak görüyorum. Geleneği, edebi ve erkânı var. Yani bu dergâhtan eğri odun geçemiyor. Şiirin iç tutarlılığı ve bütünlüğü kadar şairin iç ahengi ve hayat kaynakları ile barışıklığı da önem taşıyor bu dergâhta. Mustafa Kutlu en zor zamanlarda bile bu kaynağın kurumaması için gençlere refakat etmiştir. Her şey biter dergâh kalır. Herkes gider bu kubbede bıraktığı hoş seda kalır. Geriye dönüp baktığımızda –Dergâh dergisinin eski sayılarında- bu hoş sedayı en güçlü şekilde görebiliyoruz. Edebi müktesebatımız bu dergide hülasa edilmiştir. Onun için buradayım. Hüseyin Akın: Bana soruyorsun, dergicilik maceramı, peki ya sen dergilerle nasıl bir ilişki içerisindesin. Hiç içinden dergi çıkarmak geçiyor mu? En çok ne zamanlar nüksediyor bu istek?
Mustafa Uçurum: Dergilerin hayatımdaki yeri çok özel. İlk dergimi 1996’da Sivas’ta çıkarmıştım. Martı dergisiydi ve edebiyat dünyasına tam anlamıyla girişim bu dergi ile oldu diyebilirim. Elbette Martı’dan önce ilk şiirimin yayınlandığı Çerağ dergisi ve ilk abone olduğum Dergâh dergisinin benim nazarımda yerleri çok farklıdır. Martı, Polemik, Yitik Düşler dergilerini çıkardım arkadaşlarımla. Artık dergi çıkarmıyorum ama dergilerde yoğun bir şekilde yazmaya devam ediyorum. Dergi çıkarmak dendiğinde de içimde bir şeylerin kıpırdamasına hâlâ engel olamıyorum. Ara sıra gençler gelip “Dergi çıkaralım.” diyorlar ama ben onlara yazı ve şiir desteği sunmanın dışında bir de gönülden desteğimi sunuyorum. Gençlerin sanal dünyanın ortasında hâlâ binbir coşku ile gelip de dergi çıkarmak istemelerini gördükçe de içimde iyi şeyler olacağına dair umutlarım yeşermiyor da değil hani. Bu umut ışığı hiç sönmez inşallah. Dergisiz ne edebiyat olur, ne de sanat. Mustafa Uçurum: “Yalan Dünyanın Yanlış İşleri” arasında dönüp duruyoruz. Nedir hocam bizim yanlış işlerimiz? Hüseyin Akın: Yanlışlar sayılmaz. Sayıldıkça çoğalırlar. Onun için yanlışları doğrularla tashih ederek ne olduklarını anlamamız daha iyi olur. Modern dünyanın karakteristik özelliği yalan ile yanlışın ittifak edişidir. Yanlış hakikatin tahtını sarsarak yalanı yeryüzünde ikame etmek istiyor. Dünya yalan. Çünkü arzularımızın yansımalarını gerçek diye bizleri avutuyor. Geçici, fani, kırılgan ve eğreti olan şeyleri göremiyoruz bu yüzden. Yanlış yaşıyoruz, yalan söylüyoruz. Hüseyin Akın: Ben yine dergiden hem de bu kez Yocu’dan devam edeyim. Yolcu dergisinin yıllardır istikrarla çıkmasını neye bağlıyorsun? Bu işte bir yanlışlık mı var? Mustafa Uçurum: Dergi çıkarmak tarifsiz bir sevda işi. Bunu ancak dergi çıkaranlar ve dergilerin ruhuyla ruhlarını birleştirenler anlar. Yolcu dergisi adına yakışan bir dergi olduğunu gösteriyor. Yol varsa Yolcu da var. Elbette Yolcu’nun da bir kaptanı var. Yıllar var ki mürettebatta küçük değişiklikler olsa da Ömer İdris Akdin ve Ahmet Usta ismi Yolcu’nun kalbini sımsıkı tutmaya devam ediyor. Bu işte yanlışlık değil ama bu işte sımsıkı bir duruş var. Dergâh dergisi gibi Yediiklim dergisi gibi bir istikrarı omuzlayan Yolcu dergisi kendini yenileyerek yoluna devam ediyor. Mustafa Uçurum: Gazetede köşe yazıları da yazıyorsunuz. Son zamanlarda edebiyat dünyamızdan birçok isim de köşe yazıları da yazmaya başladı. Edebiyatçılarımız gazeteci mi oldu hocam?
Hüseyin Akın: Ben de bu meyanda bir yazı yazmıştım geçenlerde. Edebiyatçıların gazetelerde köşe yazısı yazması düşünce dünyamızın üslup ve usturup kazanması açısından olumlu bir gelişme. Fakat bu edebiyat normları içerisinde olursa böyledir. Ben katı ve günübirlik köşe yazarlığına edebi ve evrensel bir tat getirmeye çalışıyorum. Okunup geçilecek yazılardan ziyade okunup saklanacak metinler yazmayı hedefliyorum. Deneme kitaplarımda bu yazılardan aldığım çok örnek vardır. Günlük meselelere edebi perspektiften bakmak gerekiyor. Bunun eksikliği var ülkemizde. Fazla siyasallaştık. İnsani asgari müştereklerimiz kayboldu. Edebiyatçı köşe yazarlarımız siyasanın ve piyasanın bekası için kalem oynatmak yerine hakkın ve hakikatin ihyası ve yeniden inşası için yazıyorlarsa köşelerinin hakkını veriyorlar demektir. Bu tür yazarlara sözümüz olamaz. Hüseyin Akın: Edebiyat yazınsal yaşamında, edebiyat ortamlarında seni en çok üzen şey ne oldu? Mustafa Uçurum: Edebiyatı samimiyetinden dolayı seviyorum. Tahmin bile edemeyeceğim bir dünyanın kapısını açıyor bana yazmak. O kadar çok dostum oldu ki bu dünyada, her şey bir kenara, bu dostluklar bir kenara diyebilirim. Yazmak, paylaşmak gibi insana iç huzuru veren bir dünyanın kapısını aralıyor bana edebiyat. Fakat bir olay var ki biraz da olsa içimdeki güven duygularımı incitti, bundan sonrası için daha sağlıklı kararlar almama sebep oldu. Lisede okuduğu yıllardan bu yana yazma konusunda destek olmaya çalıştığım birisi, ona gönderdiğim yayınlanmamış bir öykümü alıp öyküde hatırı sayılır bir dergiye kendi adıyla göndermiş öykümü. Dergide öykümü onun adıyla görünce içimdeki bütün güven duygusu da bir anda uçup gitmişti. Bundan sonra gelişen ve daha yaralayıcı olaylar da oldu ama emek hırsızlığının yarası daha derin bende. Mustafa Uçurum: Bir “Hu Dönüşü”ne ihtiyacımız var. Dünya devinip duruyor ve bütün açık kapılarımız bir bir kapanıyor. Dönüşümüz nasıl olacak bu gidişattan?
Hüseyin Akın: İnsanların arasındaki ayrılık ve sınıflaşma düşünce ve kanaat ayrılığından değil, çıkar ve menfaat çatışmasından doğmaktadır. Çıkar çatışmasına düşünsel bir kılıf geçiriyor insanlar hevalarını kamufle etmek için. Bu yüzden dönemsel olarak sabite yitimine tanık oluyoruz. Gömlek değiştirir gibi fikir ve kanaat değişmiyoruz. U dönüşü yapmak sıradanlaştı. Kıblesini belirlemiş olanların hızla gerçek güzergâhlarına avdet etmeleri lazım. Hu dönüşü böyle bir kendine dönüştür. Kalabalıklara saklanmak böyle bir kişiliksiz yığınlar oluşturdu. Son zamanlarda eğer onlar Müslüman’sa ben değilim ifadesi yaygınlaşmaya başladı. Merkezi kaybettik. Mihverimiz hızla menfaat dizgesinin işaret ettiği yöne doğru kayıyor. Dönüşümüz muhteşem olacak; zira dönüş sadece O’na (Allah’a)dır. Hüseyin Akın: Bana dizelerini mırıldanarak uyumak istediğin –ben hariçJ- 10 şair söyleyebilir misin? Ben hariç demişsiniz ama hocam sizin yeriniz bende her zaman çok farklı ve değerli. Sizinle ortak hareket etmek, aynı dergilerde bulunuyor olmak bile benim için çok önemli. Şairlere gelince; sürekli okuduğum, kalbimi onaran şairlerim var elbet. On demişsiniz, onunu sayıyorum. Mehmet Âkif, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Edip Cansever, Turgut Uyar, Necip Fazıl Kısakürek, Fuzuli, Yunus Emre ve Erdem Bayazıt. ( Yolcu dergisi 78. sayı) |
558 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |