DİL EMPERYALİZMİ
“DİL EMPERYALİZMİ” İŞYERLERİMİZE İNGİLİZCE İSİMLER VERMEK İSTİKLAL VE İSTİKBALİMİZE AYKIRIDIR Süleyman KOCABAŞ Giriş Winston Churchill (İngiliz başbakanı): “Herhangi bir suçtan dolayı, darp etmek, dövmek suretiyle ceza verilmesine karşıyım. Ama bir durum müstesna: Dilimi yanlış konuşan, kullanan ve ona zarar vereni benim darp etme, dövme hakkım vardır.” Aristo (Eski Yunun Filozofu): “Bir milletin dili, hukuku ve musikisi onun ruhudur. Bir milletin ruhunu yok etmek için dili, hukuku ve musikisine dokununuz.” I.Napolyon (Fransız İmparatoru): “Bir memlekete benim kültürüm ve kelimelerin girmiş ise, o memlekete askerlerimi sokmaya lüzum yoktur.” Nihal Atsız (Türk edibi ve düşünürü) : “Bir millet istiklalini kaybedebilir. Dilini kaybetmedikçe yeniden toparlanıp istiklalini kazanabilir. Ama bir millet dilini kaybetti mi, istiklalini bir daha kazanamaz, tarihin milletler mezarlığına gömülür.” Recep Tayyip Erdoğan (TC Devleti Cumhurbaşkanı): “Yabancı dillerin istilası karşısında Türkçenin korunması bugün terörle mücadelemiz kadar bir MİLLİ BEKA SORUNUMUZ haline gelmiştir. Milli Mücadele ruhuyla bunu da kazanacağız (26 Ocak 2022).” Aziz dostlar, bu dil yazımız, “2021 Yunus Emre ve Türkçe Yılı” münasebetiyle 12 Ocak 2021’den beri yazmakta olduğumuz dil makalelerimizden, 16 Ocak 2022 tarihinde yazdığımız “Dilimizde Yaşanan İki Büyük Dil Yol Kazası Arapça –Farsça’ dan Uydurukcaya Uydurukcadan İngilizcenin İşgaline Türkçeye Yapılan Sabotajlar ve Suikastlar” yazımızın, bu, yayınlanmasını isteyenler tarafından birçok gazete de yayınlandığı halde (bunları yayınlayan dostlarımıza , dilimizin yaşatılması cabamıza katkıları olduğu için teşekkür ederim) ikinci bölümü olacaktır. İnşallah, bütün bu dil makalelerimize, daha faydalı ve daha kalıcı olmaları için, 16 Ocak 2021’de “Türkçe Yılı” da buna bir vesile olduğu halde, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a 45 sayfalık “TÜRKÇENİN KURTARILMASI VE KORUNMASI DİL RAPORUM” adıyla dil raporumu da ekmeyerek, “TÜRKÇE NEREYE GİDİYOR? YAŞADIĞIMIZ İKİ BÜYÜK DİL YOL KAZASI, 2021 Türkçe Yılı Münasebetiyle Makalelerim ve v Cumhurbaşkanımıza Dil Raporum” adıyla kitap haline getireceğim. Burada size hemen şunun müjdesini vereyim: Allah’a çok şükür, Sayın Erdoğan’a sunduğum dil raporumun çok iyi sonuçlarını onun açıklamalarından olarak 26 Ocak 2022’de “Yunus Emre ve Türkçe Görsel ve İşitsel Medyada Doğru Türkçe Kullanımı Ödül Töreni” rde yaptığı konuşmasından anladık. Sayın Erdoğan yaptığı konuşmada, benim kendisine gönderdiğim dil raporumla yüzde yüz örtüşen ve sanki bu raporumu okumuşta "özet hali” ni konuşuyormuş gibi yaptığı bu konuşması sebebiyle de kendisine teşekkür etmek için 27 Ocak 2022 tarihinde “Türkçenin Korunmasının ‘MİLLİ BEKA SORUNU’ Haline Gelmesi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Açık Teşekkür” başlıklı, zaten sizlerin de gazetemizde okumuş olduğunuz bu yazımı yazmıştım. Bu yazımda da Sayın Cumhurbaşkanımıza yeniden çok çok teşekkür ediyorum. Benden “çok büyük teşekkür” almasının sebeplerinden birisi de, gönderdiğim rapor doğrultusunda konuşmasının yanında, Türkiye’de ilk defa olarak yüksek sesle, Türkçenin yabancı dillerin istilası karşısında korunması ve yaşatılmasının artık bir “MİLLİ BEKA SORUNU” haline geldiğini ve bunu da “terörle mücadele” de de olduğu gibi “MİLLİ MÜCADELE RUHU” ile kazanacağımızı, devletimizin en yüksek makamından, tepisi ve zirvesinden dile getirilmesi olmuştur. Bu, dilimizin korunması ve yaşatılması için büyük bir şanstır. İnşallah bu, “tepe” de kalmaz, “taban” a yayılarak topyekun olarak hayırlı sonuçlarını verir. Veremezse ne olur? Şimdi üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları, tarihte kendisinden önce yaşayan Sümerler, Hititler, Lidyalılar, Urartulara vb. mezar olduğu gibi milletimizin kendisine de mezar olur. Çünkü, adı geçen milletler, kendilerini millet yapan milli dillerini yaşatamadıkları, başka dillerin “yıkıcı etkisi” de bulundukları için “tarihin milletler mezarlığı” na gömülmüşler, adları şanları yok olmuştur. Türk Milletinin de bu kötü süreci yaşamaması için dilimizi, yepyeni bir dil icadından olarak “uydurukça dil icadı” yanında, yabancı dillerin, özellikle de günümüzde “İngilizcenin işgali” den mutlaka kurtarılması gerekmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımızın, 26 Ocak 2022 yaptığı konuşmasında, Türkçemizin yaşatılması ve korunması uğrunda hedeflerini açıkladığı bunu, bir çeşit “TÜRKÇENİN YAŞATILMASI MİLAT BAŞI” kabul ederek, bu mücadeleyi milletimiz olarak topyekun kabullenip kazanmak zorundayız. Aksi halde, biz de yukarıda adları geçen 4 millet gibi bu topraklarda “TARİHİN MİLLETLER MEZARLIĞINA GÖMÜLMEYE ADAY BEŞİNCİ MİLLET TÜRKLER” olabiliniz. (29 Ocak 2022)
Aziz dostlar, bu makalemizde, 2021 Türkçe Yılı münasebetiyle yazmakta olduğumuz konu başlıklı yazımızın üçüncü bölümü yazacağız. Yazımızın ikinci bölümünün girişinde, dille ilgili 5 devlet ve fikir adımının görüşlerine yer vererek başlamıştık. Yaptığımız alıntılarımızda, bir milletin yaşatılması için milli dilinin korunmasına önem verilmesi ve bir milleti de yok etmek için dilinin yok edilmesi gerektiği üzerinde duruluyor ve en önemlisi, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 2021 Yılı Yunus Emre ve Türkçe Yılı münasebetiyle işitsel ve görsel medyada Türkçeyi iyi kullananlar ödül töreninde 26 Ocak 2022’de yaptığı konuşmada dile getirdiği üzere, günümüzde dilimizin yabancı dillerin istilasına uğraması soncu bir de dilimiz konusunda “MİLLİ BEKA SORUNU” yaşamaya başladığımızdan ve terörle mücadelede olduğu gibi bu sorunumuzun da “MİLLİ MÜCADELE RUHU” yla aşacağımıza dair bu konuşmasından bir alıntıyı yazımızın giriş kısmına almıştık. Görülüyor ki, yazımıza aldığımız bu 5 alıntı boşu boşunu ve rastgele alınmamıştır. Çünkü, daha Osmanlı’dan günümüze bunların uygulamaları tamı tamına üzerimizde cereyan etmiştir, cereyan etmesi istenen diğer bir kısımlarının da uygulama ve tatbikat süreçleri devam etmektedir. Yaptığımız 5 Alıntının Kısa Açıklamaları İngiliz eski başbakanlarından Winston Churchıll’in milli dilleri İngilizcenin korunması ve yaşatılmasına yönelik görüşleri çok ilginçtir. Ne demişti?: “Ben dilimize dokunanları döverim. Onları dövme hakkım vardır.” Acaba bizim Türk devlet adamlarımızın da dilimizi korumak ve yaşatmak için böyle hayati ve vazgeçilmez gelenekleri ve görüşleri var mıdır? Ne gezer!... Ve hatta onların çoğunun dilimizi, iç ve dış yanlış ve milletimizin geleceği için çok tehlikeli algı operasyonlarına bile âlet olarak, bunun yaşanmış çok kötü örneklerini Türkçe Yılı münasebetiyle olan birçok makalemizde, bunları sizlerin de olduğu halde büyük boyutlarıyla dile getirmiştik. Fransız devlet adamlarının da İngiliz devlet adamları gibi Fransızcanın korunması ve yaşatılmasında, onlar derecesinde ve hatta daha da büyük hassasiyet gösterdiklerini ben de zaten öteden beri bildiğim halde, bu bilgilerime bir katkı olarak da, Türkiye gazetesi köşe yazarı sayın İsmail Kaplan’ın 29 Ocak 2022’de köşesinde çıkan “Türkiye’yi ve Türkçeyi Korumak…” başlıklı yazısından öğrenmiştim. Yazıda, Fransızların dillerini korumak ve yaşatmak uğrunda İngilizlerden daha da “atak” davrandıkları halde, Fransız Parlamentosundan, Fransızcaya yabancı dillerden girebilecek yersiz kelimelerin (zorunlu alımların yani kendi dillerinde karşılığı olmayanların dışında, buna bir örnek: Fransızcada karşılıkları olmadığı halde “yoğurt” ve “divan” kelimelerini Türkçemizden alıp kendilerine de “milli kelimeleri” olarak kabul etmişlerdir) yasaklanması yanında, girenlerinin ise “cebren ayıklanması” na yönelik bir kanun çıkarıldığını öğrendim. Acaba, bizim devlet adamlarımız ve öncelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi, özellikle de Türkçe karşılıkları ola ola caddelerimizdeki işyerlerine İngilizce kelimelerden işyerleri isimlerinin konularak neredeyse ülkemizin Edirne’den Kars’a kadar bunlarla “Bir İngiliz ülkesi görünümü” ne büründüğü halde bunu “İstiklal Harbimizi bunun için mi yaptık? Bunun böyle olması için mi şehit ve gaziler verdik. Bunlar istiklalimize aykırıdır” gerekçeleriyle caddelerimizdeki bütün İngilizce “dilimizi işgal kelimeleri” ni, dilimizden atmak için Fransızlar gibi “cebren” de olsa atmaya yönelik bir kanun çıkaramazlar mı?” diye bunlara soru yönelttiğimizde, maalesef ki buna onların “olumlu” cevap verebileceklerine dair bir atmosfer ülkemizde yoktur. hala oluşmamıştır. İçe dönük “hatalardan” olarak, “El, eller ne der”, “Amerika, İngiltere ne der ve zaten kendisine girmek için can attığımız Avrupa Birliği buna çok sert tepki göstererek bizi birliğine almaz” vb. gibi yersiz “dış düşmanlar” dan korkmak yapılanması yanında, dışa dönük “aldatıcı” algı operasyonlarından da “Efendim, İngilizce Evrensel, Küresel, Global, Uluslararası ve ilim yapmak için en uygun bir dildir, ona nasıl karşı durabiliriz” “yutturmacaları” na kanmaktan olarak da “Türkçeden Çok Aşırı ve Yersiz Derecede Yabancı İstilacısı İngilizce Olan Kelimeleri Çıkarmak Kanunu” nu çıkaracaklarını hiç zannetmiyorum. Zaten, Sayın Erdoğan’a gönderdiğim “Dil Raporum” da da bahsettiğimi üzere, böyle veya bunu benzer bir kanın teklifi, 2006’dan beri TBMM’nin tozlu raflarında beklemeye devam ediyor, Hal böyleyken demezler mi ki, “Fransa da her yerden tepkiler göreceğini bili bile böyle bir, hem de “cebren” olan dil kanunu nasıl çıkarabildi?” Hem de Avrupa Birliği, Avrupa Ülkesi ve Amerika- İngiltere ile müttefik bir NATO ülkesi olarak da, bunlardan gelebilecek tepkilere bile aldırmadan anasıl çıkarabildi?” diye de sormazlar mı? Sorarlar efendim!... Ve Fransızlardan “hazır cevapları” ndan olarak, “Fransız milletinin milli varlığına sebep olan Fransızcamız her şeyin üstünde, korunması ve yaşatılması her ne pahasına olursa olsun yerine getirilecektir. Fransız milletinin geleceği, başkalarının kör isteklerine feda edilemez. Böyle bir kanunu bu sebepten çıkarıyoruz” cevabını alırlar. İşin aslına daha geriş boyutlarda bakılacak olunursa, yukarıda anlattıklarımızdan hareketle de, Fransız devlet adamlarının “dillerini korumu ve yaşatma inhisarcılığı” nı bir çeşitten olarak, dil konusundaki görüşünü açıklamaya devam ettiğimiz üzere İngiliz Başbakan Churchill de hiçbir şeyden sakınmadan ve hiçbir kimseden çekinmeden dile getirmiştir. Bir önceki yazımızın girişinde yer alan 5 görüşten olarak Eski Yunan Filozofu Aristo ve Fransız İmparatoru I. Napolyon’un sözlerinin açıklanmasına gelince: Bunlara yönelik, 23 Ocak 2023 tarihinde yazıp sizlerin sitelerinize de çektiğim, “Milli ve Dini Değerlerimize Nasıl Dokunuldu? ‘İtibarsızlaştırmalar’ ın Anlam ve Amaçları Nedir” başlılık uzun yazımımızın bir bölümünden olarak “Hukukumuz, Diliz ve Musikimize Nasıl Dokunuldu?” olan bunu, önemine binaen ve adı geçen yazımızı okuyamayan okuyucularımızın da bunu okuyarak öğrenmeleri yanında, zaten 1 Mart 2021 tarihinde “Bir Millet İçin Dil, Hukuk ve Musuki Neden Önemlidir” başlıklı İstiklal gazetemizde yer alan ilk yazımızda da bunun açıklamasını yapacağımıza dair okuyucularımıza söz verdiğimi halde, bunu da yerine getirmekten olarak bu kısım yazımızı, bir kısım ilavelerle de aynen aşağıda veriyorum. Sayın Erdoğan’ın girişteki görüşlerini ise, bu bölümler halindeki yazımızın değer bölümlerinde daha geniş boyutlarda açıklaması yapacağız. Hukukumuza Nasıl Dokunuldu ? Veya Osmanlı’nın 5 Şubat 1856’da Yıkılışı Filozof Aristo’ nun da anlam ifadesinden vurgulamak istediği halde, bir milletin hayatından, hem başka milletlerden farklı milli bir varlık ve millet olarak, milli kültür unsurlarından ve müesseselerinden birisini meydana getiren “hukuku” veya “milli hukuk” demek, milletin sahip oluğu, örfi ve bütün milli kültür unsurlarındaki “etik ve ortak kabul gören” gelenekselliklerin, kanunlaştırılarak yasal yaptırımlar haline getirilmesi, dönüştürülmesi demektir. Buna, bir milleti meydana getiren “milli dili” gibi, yine onu meydana getiren milli kültür unsurlarından bir diğeri olarak da “milli hukuku” denilir. Bir milleti yok etmek için öncelikle “milli dili” ne dokumak gerekiyorsa, ikinci olarak da “milli hukuku” na dokunmak gerekir ki, zaten bir milleti yok edebilmek için Aristo’nun hukukuna da “dokunulması” nı dile getirmesi bu sebeptendir. Tarihimizde “Hukukumuza da dokunmak” süreci bizde Tanzimat Döneminde (1839 – 1876) başladı. Bu, bir tesadüfün eseri değildi. İslamiyet’in doğuşundan beri, onu yok etmeye yönelik Haçlı saldırıları, artan silahlı saldırıların yanında, “kültürel ve psikolojik saldırıları” yla da 19’uncu yüzyılda iyice ivme kazanmıştı. “Tesadüf değildi”, çünkü, adı geçen yüzyılın bütün Hristiyan Oryantalist müsteşrikleri, Müslümanların Hristiyanların hakimiyetine alınabilmesi için onlara kendi “hukuk sistemleri ve yapılanmalarının kabul ettirilmesi” kararlarına varmışlar ve “mücadele hedefleri” olarak uygulanması öğütleri vermeye başlamışlardı. Bu müsteşriklerin kimler olduğunu ve tırnak içinde neler söylediklerini Sayın Prof. Dr. Hayrettin Karaman Yeni Şafak’taki bir köşe yazısında anlatmıştı. “Çökmekte olan Osmanlı’nın Batılılaştırılarak kurtuluşu uğrunda” denilerek, 5 Şubat 1856’da ilan edilen “Islahat Fermanı” bu uğurda, 3 Kasım 1839’ da ilan edilen “Tanzimat Fermanı” na nazaran “Batılı örnekleri” nden olarak daha radikal yeniden yapılanmalar ve ıslahatları içeriyordu. Birinci maddesinde “Avrupa kültürüne önem verilecektir” yer alıyor, diğer bütün maddelerinde ise, “hayat düzeni” ni yeniden tanzimden olarak “Müslümanlar ve Hristiyanların birbirleriyle eşitlenmesi” ni ihtiva eden “hukuk reformları ve düzenlemeleri” teşkil ediyordu. Bu eşitlemede esaslar ve ölçüler, Avrupa hukuk anmayışı ve kanunlarını almak olacaktı. “Hukukumuza dokunulması” açısından bunun tezahürleri, kendisini 1860-1870’li yıllarda, bütün Fransız kanunlarının (Medeni Kanunu hariç) noktasına, virgülüne bile dokunulmadan tam asılları gibi tercüme edilerek uygulamaya başlanmasıyla gösterdi. Bu uygulamalarla biz de artık bunları bize dikte eden Avrupa’nın Büyük Devletleri tarafından bir “Avrupa Devleti” sayılmaya başlandık. Bu dönemde “örfi ve şeriat hukuku anlayışları ve kanunlarının kaldırılması” na cesaret edilemediği için Osmanlı “iki hukuklu” bir devlet ve toplum haline geldi. Fransa, Osmanlı yurtlarını işgal etse ve mutlak sömürgesine alsa, herhalde buralara kendi kanunlarını getirerek idare ederdi. Olup bitenlerden anlaşılan, Fransa’nın bizi bizzat işgali ile sömürge yapmasına artık ihtiyaç kalmamıştı. Zaten onun bütün kültür unsurları ve kanunlarını bizim elimizle “devlet ve vatanımızın kurtuluşu uğrunda” diyerek bizler bizzat kendi irademizle almıştık. Yine zaten de o yılların daha arifesi yıllarda Fransız İmparatoru I. Napolyon, “Benim kültürüm ve kelimelerimin girdiği bir memlekete askerlerimi sokmaya lüzum yoktur” dememiş miydi? Demişti. Bence, Osmanlı Devleti, o yıllarda Avrupa’da bir isim değişikliğinden olarak da “Avrupa Devleti” sıfatını almakla, daha o zamanlar, 2 Kasım 1922’de “Saltanatın kaldırılması” ve 4 Mart 1924’de “Hilafetin kaldırılması” ile değil, 1853 – 1855 Kırım Harbi ve Zaferi (I. Dünya veya Mini Dünya Harbi) ve onun dayatmacı “Siyaset Belgesi” 5 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilanı ve uygulamalarıyla yıkılmıştı. Zaten, o zamanların Müslümanları da bu fermanı, “bizim ölümümüz” olarak değerlendirmişler, olup bitenlerin görgü tanığı Ahmet Cevdet Paşa da bunu, “Maruzat” ve “Tezakir” isimli kitaplarında açık açık yazmış, dile getirmişti. Daha o zamanlar yıkılan Osmanlı’nın “resmi ve tarihi yıkılışı” nın adı” Cumhuriyet döneminde konulacak ve daha büyük boyutlarda ve “maziden – geçmişten soyutlamalar” la da “Avrupa’ya teslimiyet” le tescillenecektir. Cumhuriyet döneminde gelen “Devrimler süreci” nde “Topyekun Batılılaşmak – Sekülaristleşmek” te karara varılınca, “Bütün örfi ve Şeriat hukuku ve kanunları” nı tam tasfiye ile Avrupa kanunlarının alınmasına yönelindi. Fransa, İtalya. İsviçre ve Almanya’dan yine noktası, virgülüne bile dokunulmadan kanunlar tercüme edilerek, çevrilerek uygulanmaya başlandı. Öyle ki “hukukta, kanunlarda Avrupa’ya teslimiyetin açık bir göstergesi” olarak, TBMM’ne kabul edilmesi için gelen bu kanunların “gerekçeleri” ni açıklarken Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un sarf ettiği şu sözleri çok ilginç ve düşündürücü idi: “Avrupa’nın kanunları bizim de kanunlarımızdır. Noktasına, virgülüne dokunmadan alıp uygulayacağız”. Bu zihniyet hali, tam bir “Sömürgecilik zihniyeti” olup, ancak “Sömürge ülkelerinde sömürgeciler tarafından söylenir ve uygulaması yapılır” dı. Belki de sömürgelerde bile yapılmazdı. “Dünyanın en büyük sömürge ülkesi” denilen İngiltere, hal ve vaziyete göre bazı sömürge ülkeleri halkını kendisine bent etmek için onların inanç, kültür ve hukuklarına hiç dokunmaz, gözüne kestirebildiklerine dokunur, onların her şeyini değiştirerek canlarına okur, sonuçta İngiliz –Yahudi medeniyetinin bir üyesi haline getirirdi. İşte Osmanlı’dan Cumhuriyete hukukumuza yukarıda anlattığımız şekilde dokunulmuştu. Dilimize Nasıl Dokunuldu? Veya Bugün “İngiliz Ülkesi” Haline Bürünüşümüz Bir milleti meydana getiren en başta gelen milli kültür unsuru “milli dili” dir. Filozof Aristo’nun da vurguladığı üzere, bir milleti yok etmek için milli diline de dokunulmalıdır. “Dilimize dokunuluş” un hikayesinin, 1928 Harf İnkılabı ve 1932’de başlayan “Dil Devrimi” ile nasıl yaşandığını zaten herkes yaşayarak görüyor. Birer “maziden, geçmişten koparma projeleri” olarak ortaya çıkan alfabenin değiştirilmesi, hamasi ve kuru - sıkı bir ırkçılık ve milliyetçilik duyguları yanında, “Batılılaşmak –Laikleşmek için Arap kültüründen kapmak için yaptık” dedikleri halde( İslamiyet demekten çekindikleri için buna “Arap kültürü” ve hem de yanlış algılamasıyla tavır koymuşlardı) sanki dünyada saf dil varmış gibi, dilimizdeki bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılarak yerlerine yepyeni bir dil yaratmak amaç ve emelinden olarak “Uydurukça Dil” getirilmesi sonucu, mazisinden iyice koparılan Cumhuriyet nesillerinin milletimize nasıl yabancılaştırıldıklarını zaten yine hepimiz yaşayarak görüyoruz. Günümüzde ise, dilimiz “Uydurukça Dil’den İngilizceye terfi” ile İngilizce Türkiyenin “yeni dili” haline getirilmek isteniliyor. Bunun en canlı ve bariz göstergesi, caddelerimizdeki işyerlerine Türkçe karşılıkları ola ola İngilizceden “isimler vermek hastalığı” sonucu, ülkemiz baştan başa neredeyse tam bir İngiliz ülkesi görünümüne sokulması olmuş, bundan rahatsız olanlarımız hep, “sanki bu vatan bizim değil; öz vatanımızda garip ve öksüz hale geldik” sızlanmasında bulunmaya başlamışlardır. Müziğimize Nasıl Dokunuldu? Veya Bugün “Müziksiz Bir Millet” Haline Gelişimiz Bir milletin hayatında “müzik”, “mili müzik” demek, o milletin milli kültürü, milli duygu ve hislerinin sözlü ve sazlı estetik hüviyet kazanması demektir. Hukuk ve dil gibi, müzik de milli olur. Uluslararası, küresel, global, “Avrupai” vb. olmaz. Afrika’nın “yamyam”, Amerika’nın “pop” ve Avrupa’nın “caz” müziklerini maksatlı dış ve iç algı operasyonlarının etkisinde kalarak, “en iyi ve en etik müzikler”, “evrensen müzikler” yutturmacalarından olarak çalmak “milli müzik çalmak” demek değildir. Her milletin, hukukunu ve dilini kendisi yaptığı gibi müziğini de kendisinin yapması gerekir. Zaten bu sebepten de “Türkülerini ve şarkılarını yazamayan ve söyleyemeyenler millet olamazlar, millet olma süreçlerini tamamlayamazlar” ilmi tespiti gereksiz yere yapılmamıştır. Zaten Türk Milleti de millet olmaya yönelik bu sürecini tamamlamayıp “normal bir millet” halini gelmesinin bir göstergesi olarak, kendi Türklerini –şarkılarını yazmış ve söylemiştir. Yaptıklarımız bunlara Türk milletinin “Türk” adından gelen “Türkü” denilmesinin ayrı bir anlamı olsa gerektir. Çünkü, tarihin en iyi ve gelişmiş milletleri, hem kendi içinde hem de diğer farklı milletler yanında bunlara kıyasla ses ve saz estetiklerini en iyi şekilde Türk milleti meydana getirdiği için bu sebepten bunlara, bunu vurgulamak ve ona ayrı bir değer katmak için “Türkü” denilmiştir. Bu sebepten, bence yer yüzünde Milli Türk Müziğiredn8 üstün daha bir müzik, bir başka milletin müziği yoktur. Tarihten günümüze “Milletimizi yok etmek için” denilerek müziğimize de dokunulmuştur. “Musikimize dokunuluş” un hikayesine gelince, Cumhuriyet döneminde kendi milli ve yerli musikimize çok yanlış ve haksız olarak “Arap ve Bizans müziği” damgası vurularak, onun müzik eğitiminden çıkarılması yanında, Tek Partili Dönemde (1923 – 1946) bunun radyoda çalınmasının da yasaklanarak halkımızın hiçbir şey anlamadığı “dın, dın, çaça, maça…” diye Batı müziğinin çalındığını da herkes bilir. Bu nasıl bir “dilde milliyetçilik anmayışı” dır ki, bu duygu ve emellerle kendi yerli müziğimizi “Arap –Bizans müziğidir” diyerek dışlar, bırakırken, yine “Türk müziği olmayan” tanımlamasına tamı tamına uygun bize bir diğer yabancı “Avrupa Hristiyan ülkeleri müzikleri” ni içimize sindirerek nasıl alabildik? Dilde olduğu kadar musikide de böyle milliyetçilik olur mu? “Ben yaptım oldu” diyenlerce oldu ama, milletimizin vicdanı ve kararlarında hiçbir zaman olmadı. Bugün itibariyle gelinen nokta da ise, pop müziği, caz müziği ve bilmem hangi Allah’ın belası, her yerde Amerikan ve Batı müziği anlam ve normlarında müzikler çalındığı halde (hem de dili de, dinleyenlerin tamamına yakınının hiçbir şey anlamadığı, bilmediği İngilizce vb. dillerinde çaldığı halde) yerli-milli müziğimiz neredeyse tamamen ölmek (yalnızca, sınırlı da olsa TRT radyo ve ekranlarına sıkışıp kalmıştır) üzeredir. İşte dünden bugünü müziğimize de böyle dokunulmuştur.” 30 Ocak 2022
Mustafa Kemal Atatürk (T.C. Devletinin kurucusu): “SAPAN KILIÇTAN DAİMA KESKİNDİR”… Askeri zaferler, ekonomik zaferlerle taçlandırılmadıkça daim ve milletler de tam bağımsız olamazlar.” Albert Camus (Fransız edibi): “İnsanın iki yurdu vardır: Biri üzerinde doğduğu topraklar, diğeri de o topraklarda konuşulan dil. Benim anadilim Fransızcadır ve bir yazar olarak ilk görevim, “ONUN (DİLİMİN) HUDUDUNDA NÖBET TUTMAK” tır.” Fazıl Hüsnü Dağlarca (Ünlü şair): “ Türkçem benim SES BAYRAĞI” mdır.” Arif Nihat Asya: (Ünlü “Bayrak” şiirinin yazarı ünlü şair) “Semalarında dalgalanan bayrağı, (BEZ BAYRAK), bir milletin bağımsızlığının sembolüdür.” Bir Ekonomist (Dünyaca ünlü bir iktisatçı): “PARASI, BİR MİLLETİN KİMLİĞİ VE NAMUSUDUR ”. Milli paralarını kaybeden milletler, milli kimlikleri ve namuslarını da kaybederler.” Bir Milletin İstiklalinin Sembolleri ve Göstergeleri Nelerdir? Bir milletin veya toplumun, istiklalini elde etmiş veya kazanmış olması neresinden belli olur. Şu üç sembolünden olur: 1-Semalarında (göz yüzünde) rahat rahat, hür olarak ucan kuşları gibi, kimsenin kendisine bir sıkıntı vermeden rahat rahat ve hür olarak direklere veya gönderlere çekilmiş dalgalanan bir bezden üzeri desenli bir “BEZ BAYRAĞI”, 2-Ekonomide “değişim aracı” olarak, “bu benim milli paramdır, benim de milli param vardır” diyerek göğsünü kabarta kabarta kullanabileceği millik ve bağımsızlığının diğer bir sembolü – göstergesi “MİLLİ PARA BİRİMİ - MİLLİ PARASI” basılması ve tedavülde olması, 3- “Direğine çekilmiş bir milli bayrağım var”, derken, bağımsızlığının sembolü onun kadar kutsal ve vazgeçilmez, semalarında biz bez gibi, ses olarak da dalgalanan ve caddelerine işyeri isimleri olarak yazılan “SES BAYRAĞIM” dediği milli dilinin sürekli olarak konuşulması ve yazılması elzemdir. Anlattıklarımızın bu üçü, aynı zamanda, Atatürk’ ün görüşü dışında adı geçen dört görüşün de bir çeşit kısa açıklaması olmuştur. Tarihten yaşanmış örnekleriyle de hep bilinir. Anavatanında yaşayan bir milletin var olan istiklali, düşmanı bir milletin orduları tarafından zorla işgal edilip i elinden alınınca, esir düşmüş bu milletin, ünlü edip ve düşünürlerimizden dizi yazımızın üçüncü bölümünde görüşlerinden olarak bahsettiğimiz Nihal Atsız’ın ifadesiyle, eğer milli dili yaşıyorsa, tekrar toparlanarak ve kendine gelerek istiklalini yeniden kazanması mümkündür. İstiklalini ilan eden veya yeniden kazanan bir milletin, komşuları ve dünyaya bunun bir göstergesi veya ilanı olarak yaptığı üç iş, kendisini sembolize eden bir bez bayrak yapıp-bastırıp anavatanının semalarına çekmek ve milli parasını bastırarak kullanmak olur. Bunlardan hareketle, “BEZ BAYRAKSIZ, SES BAYRAKSIZ VE MİLLİ PARASIZ İSTİKLAL –BAĞIMSIZLIK OLMAZ” denilmiştir. 4-Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşünün açıklanmasına gelince: Bir milletin, kılıçla veya ateşli silahlarla zafer kazanıp istiklalini kazanması, bunun devamı için tek başına yeterli değildir. Bir de ve asıl olan “MİLLETİN MADDİ BÜNYESİNİN GÜCLENDİRİLMESİ VE KUVVETLENDİRİLMESİ” olmadıkça, kazanmış olduğu istiklalini devam ettirmesi mülkün değildir. Tarih, istiklalini kazanıp da kısa bir müddet sonra bunu kaybeden milletlerin varlıklarıyla doludur. Bir insan vücudu düşününüz, iyi beslenmemiş, bakılmamış, zayıf ve güçsüz kalmışsa, bu durumunu fırsat için bekleyen ne kadar mikrop, virüs ve haşarat vb. varsa ona musallat olarak yer bitirir, öldürür. Milletler de maddi vücutları, yapılanmaları olarak böyledirler. Ekonomik kalkınmasından olarak, sanayi ve zirai vb. kalkınmasını gerçekleştiremeyen milletlerin bünyeleri de zayıf ve güçsüz kalacaklarından, o milleti yutmak için bunu fırsat olarak gözetmeyen ve bilen “düşman milletler” o millete musallat olarak, istiklaline ve giderek milli varlığına da son vererek vatanlarını, zenginliklerini yağmalarlar. Yine tarihte bunun çok sayıda örnekleri vardır. İşte Atatürk, “Sapan kılıçtan keskindir” demekle, bir milletin kazanmış olduğu istiklalini korumak, yaşatmak ve millet, vatan olarak da var olabilmesi için mutlaka ekonomik kalkınmasına da başlaması ve bunu en azından kendisine yetecek ve kendisini savunacak kadar güçlü bir ekonomik yapıya sahip olmasını vurgulamak t istemiştir. Kendisi de “askeri zafer” ni z kazandıktan sonra, 10 Kısım 1938’de hayata gözlerini yumana kadar, zaten bütün hayatını “ekonomik kalkınma” ya hasretmişti Anavatan Anadolu Toprakları Üzerinde Tutunabilmek ve Süper Güç Olmak İçin Neler Yapmalıyız? Bunun cevabını, yazıp 5’inci baskısını yaptığım bir kitabımın “Sonuç” bölümünü buraya aynen aktararak vereceğim. “Millet olarak, Boğazlar ve Anadolu yarımadasında ilelebet yaşamak istiyorsak gelişmiş, güçlü ve zengin olmak zorundayız. Onun ,bunun nüfuzu ve himâyesine girmekle, itilip kakılmakla bu topraklarda uzun sürü yaşamak mümkün değildir. Coğrafyanın kaderimiz oluşundan olarak, bu riskli ve muhataralı toprakları elimizde tutmanın tek çaresi zengin olmak, her alanda kendi kendine yeterli hale gelmektir. Ne yapmalıyız?: Millet olarak, “Vatan, millet, bayrak, bağımsızlık, Sakarya…” nutukları atmaya çok alışkınız. Şu dört şeyi yerine getiremediğimiz sürece bunlar havada kalmaya mahkumdur: 1-Bütçemiz dolu değilse, dışarıdan borç almak yerine dışarıya borç vermiyorsak, 2- Çağın en modern silahlarını kendi imkanlarımızla yapmıyor, dışarıdan silah almak yerine, dışarıya silah satmıyorsak, 3-Sanayileşme, tarımsal kalkınma ve istihdam (hiçbir işsiz adam bırakılmaması) problemlerimizi çözememişsek. 4- Yalnızca ekonomik yönden güçlü olmak yetmez, “ekonomik kalkınma” yanında “MANEVİ CİHAZLANMA” da gereklidir. Milletimize, dini, dili ve tarihini iyi öğretmeli, sarsılmaz ve yüksek “vatan ve millet şuuru” vermeliyiz. Böyle bir şuur karşısında, 1915’de Çanakkale’de “Dünyanın en zengin ve güçlü devleti” denilen İngiltere’yi “ekonomisi geri ve gücü zayıf” denilen Osmanlının nasıl dize getirdiğini gördük. Bütün bunları yerine getirmek için milletimizin tam anlamıyla “EKONOMİK KALKINMA VE MANEVİ CİHAZLANMA SEFERBERLİĞİ” ne girmesi lazımdır. Evlere varıncaya kadar her yeri atölye yapmalı, günde 18 saat çalışmalı, içte dargınlık ve küskünlükleri bir kenara atarak kalkınma seferberliğini 7’den 70’e herkese yaymalı ve hiçbir zaman emeklilik düşünmeden gücümüzün yettiği yere kadar çalışmalıyız:” (Süleyman KOCABAŞ, Mustafa Reşit Paşa’dan Mustafa İsmet Paşa’ya Tarihin Tekerrürü ve TÜRKİYE’NİN KADERİ, 1850 – 1950, Vatan Yayanları, Kayseri, 2016, s. 137 -138) Bir Milletin Hudutları Nelerdir ve Hudutlarda Nöbet Tutmak ne Demektir? İstiklalini kaybetmiş bir millet, milli dili –milli kültürü yaşadığı sürece, yeniden istiklalini kazanmak emelini hiçbir zaman kaybetmeyip, sürekli koruduğu için yeniden toparlanarak bilek gücü (gerilla şeklinde de olsa askeri direnişi, mücadelesi) ile, müstevlileri ülkesinden atarak bağımsızlığına yeniden kavuşur. Biz Türk Milleti olarak I. Dünya Harbi sonunda yenik düşmemiz sonucu kaybetmiş olduğumuz istiklalimizi, yeniden, 1919 – 1922 zaman diliminde “TÜRK İSTİKLAL HARBİ” yaparak böyle kazanmadık mı? Kazandık!... Kazanılan istiklali devam ettirmek ancak, istiklal nasıl ki yeni bir ordu kurarak kazanılmış ise, kazanılmış istiklal de ancak ve ancak “VATAN SINIRLARINDA NÖBET TUTUCAK GÜÇLÜ BİR ORDU” kurulması ve varlığı ile mümkündür. Bu da yine ancak ve ancak “GÜÇLÜ BİR EKONOMİ”” sayesinde mümkün olur. Bir milletin anavatanı, onun evi ve yatağıdır. Evsiz, yataksız ve topraksız nasıl ki bir aile olmaz ise, vatansız da bir millet olmaz. Nasıl ki milli dilsiz bir millet olmazsa. Demek ki bir milletin maddi olarak en büyük varlığı ve dayanağı “ANAVATAN” ı ise, manevi olarak da en büyük dayanağı “MİLLİ DİLİ” dir. Bu haliyle demek ki, “BİR MİLLETİN İKİ HUDUDU VARDIR: BİRİSİ VATAN SINIRLARI DİĞERİ ÜLKESİ İÇİNDE MİLLİ DİLLİ ” dir. Bunların anlamı şudur: Bir millet istiklali ve vatanın korumak, bayrağını semalarından indirtmemek için ordusuna, düşmanlarının içeri girmesini önlemek uğruda hudutlarında nöbet tutturacaktır. Bu yetmez; ikinci olarak da ülke içinde milli varlığı ve istiklaline sebep olan “İÇ HUDUT OLARAK MİLLİ DİLİNİN DE NÖBETİNİ TUTMAK” zorundadır. Neden? Kalelerin ve vatanın “İÇTEN FETHEDİLMESİNİ ÖNLEMEK” için. Bunu yönelik olarak Fransız edibi, Albert Camus, “Birinci vatanımın hudutlarında nöbet tutmak nasıl ki benim görevimse, ikinci vatanım olan dilimin hudutlarında da nöbet tutmak benim görevimdir” sözünü boşu boşunu sarf etmemiştir. 1 Şubat 2022
|
461 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |